(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)
Yasak
ŞARAP VE KUMAR
Uhut muharebesinden sonra şarap ve kumar haram edildi. Allah Resulünün Medine’ye saadet getirdikleri hengâmede şarap içiliyor ve kumar oynanıyordu. Ve tabiî bu iki hâl, henüz hiçbir yasağı olmadığı hâlde bile fıtrattan, Müslümanlık ruhuna giran geliyordu. Soranlar oldu:
— Ey Allah’ın Resulü; şarapla kumar hakkında ne buyuruyorsun?
Âyet indi ve Allah’ın emri geldi:
«—Sana şaraptan ve kumardan soranlara de ki; ikisinde de büyük günah vardır, bâzı menfaatleri de var… Lâkin kötülükleri menfaatlerinden üstün…»
Bu emir, şarabın şiddetle yasak edildiği mânâsına alınmadı. Günahını kabul etmekle beraber, içmekte devam edenler oldu. Bir gün aksam namazında, Mekkeli muhacirler zümresinden bir büyük zat, imam mevkiinde şarap yüzünden Kur’ân’ı yanlış okudu. Yine âyet nazil oldu ve bu defa şu emir geldi:
«— Ey insanlar! Sarhoşluk hâlinde namaza yaklaşmayınız! Ancak namazda ne okuyacağınızı bileceğiniz vakit…»
Yine şarap içmekten kesilmiyenler oldu. Emirlerin en şiddetlisi geldi:
«— Şarap, kumar ve putlara çekilen niyetler hep murdardır ve şeytan islerindendir. O murdarlardan el çekiniz ki, felaha kavuşasınız!»
Üçüncü emir yüreklere isledi. Bütün şarap küpleri devrildi ve kırıldı. Öyle ki, Medine sokaklarından sel gibi şarap aktı. Artık Şarabın tek damlasına, rengi nasıl diye parmağının ucunu, bile değdiren yok… Kumar için de aynı şey…
EMİR VE YASAK
Arapçası «emr ü nehy»… Yapmakla mükellef olduğumuz şeylerle yapmamaya memur bulunduğumuz şeyler… Bütün iyiliklerle bütün kötülükleri kadrolaştıran ve birini «yapacaklarınız», öbürünü de «yapmayacaklarınız» yaftası altında toplayan iki ana ölçü grubu… Din emirlerinin iki kanadı bunlardır; ve bu iki kanadı birden takınmadan uçabilmenin yolu yoktur. Her iki kadro da dereceli… Emirler, farz, sünnet vesaire… Yasaklar da haram, mekruh vesaire… Her birinin de kendi içinde ayn dereceleri var. İkisi arasında bir ana ölçü daha: Mubah… Yapılması ile yapılmamasında, ne sevap, ne de günah bulunan ve insanların şahsi zevk ve irâdelerine bırakılan şeyler…
GÜNAH
İşte, yapmamaya mecbur bulunduğumuz şeyler, baştan başa günah… Günahı yapmamanın, sevabı yapmaktan daha üstün bir değeri olduğunu bilelim… İkisi bir araya gelince kanatlar çift ve semalar açık.. En büyük günahlar, büyük günahlar, küçük günahlar falan… Bilhassa zahirî ve bâtını günahlar… Yâni fiil ve is hâlinde günah; veya ortada hiçbir fiil ve iş bulunmazken kalble işlenen günahlar… Birçok günah fermanı kesen nice ham ve kaba softa vardır ki, ağzına kadar dolu bir katran fıçısı gibi batını günah çanağıdır. İslâmlığı bitmez tükenmez günahların baskı silindiri diye gören nasipsiz nefsler, hele ham softanın elinde, dâvanın hikmet ve dinin rahmet cephesini görmezler, nasipsizliklerini büsbütün ikmal kolaylığına ererler. Bu bakımdan ham ve kaba softanın dine zararı, bilmeden, çok yerde kâfirin zararından ağır…
Hikmet
HAM VE KABA SOFTA
Bu tâbir, Allah Resulünün maddî ve manevî veraset olundan gelen, Efendim, Esseyid Abdülhâkim Arvasî hazretlerinindir. Kaba Softa, Allah ve Resulünün mutlak emir ve nehiylerini müdafaa eden değil, onları kendi kör nefsine indiren ve uyduran, kendince kıyaslar yapan, hükümler biçen ve kendi dar hayali içinde nisbetler çatan havasız ve güneşsiz ruh… Allah ve Resulünün emirlerine gelince, tek ölçü, onları mutlak ve mükemmel bilmek ve onlara karsı boynunu kıldan ince tutmaktır. Derin ve ince mümin için akılla ayrılmış bir sınır olarak, akla istiklâl yoktur. Akıl da, hikmet de, kâinat da o emirlerdedir. Ham ve kaba softa, günahı hikmet cephesiyle görmeden şiddet cephesiyle ele alıp kalbleri tılsımlamanın san’atından anlamaz, rahmete nazar etmez; üstelik günah uydurur, ibâdet kibri içinde kesip kavurur ve bütün bu ölçüleri dinden değil, kör nefsinden devşirir. İmam-ı Gazali:
«— Şeriata nusret etmek için Şeriatta olmayan şeyi ona ilâveye kalkanlar, nusret etmenin tersini yapmış olurlar.»
Zira Allah’ın dini, mutlak mânâsiyle kemâldedir; ve kemâl odur ki, ne bir derece eksiği, ne de bir derece fazlası vardır. Tek gaye, dini, olanca asliyet ve safiyetiyle görebilmekte… Edep… Müslümanin en aziz duygusu… Günaha mâni o duygu olduğu gibi, kahr ve rahmet arası muvazene noktasını görmek de aynı histen gelir.
«— Edep hududa riayet etmek demektir ve en büyük edep; ilâhî hadleri korumaktır.»
Buyuran Abdülhâkim Arvâsî Hazretleri, bu bahsi kendilerine açtığım zaman buyurdular:
«— Din edepten ibarettir.»
Bir gün Allah’ın Sevgilisi, kendilerini gaipler âlemine götürüp getiren hafif bir dalgınlıktan açılıp buyurdular:
«— Müjde yâ Muaz! Allah’ın birliğini tasdik ederek giden her insan Cennettedir.»
Muaz Hazretleri sordular:
— Ya adam öldürse, zina etse?
— Böyle!
— Sunu da yapsa, bunu da yapsa?
— Yine böyle!
Muaz, günahları saydıkça saydı ve sonunda şu ihtarı aldı:
«— Muaz’ın burnu yere sürülse de böyle.»
Ham ve kaba softa tipiyle zerrece alâkası olmayan şanlı sahabi Muaz Hazretlerinin, Allah Resulünden aldığı bu ders, hakikatte, istikbâldeki ham ve kaba softa tipinin ruh haletine indirilmiş bir tokattır. Hemen hakikati yerine koyalım ki, Resulü hak bilmeden varılan «Allah bir» itikadı, yarım tasdik olur. Hiç bir yarım, tamamdan hisse alamaz. Bütün eksiklerin toplamı eksiktir. Allah’ı bir. Resulünü hak bilen kurtulmuş ve artık onun günahını takdir Allah’a kalmıştır. Elverir ki, günahın günah olduğu da bilinsin…
İNCELİK
Bir velî söyle dedi:
«— Hiçbir günah, günahsızlık gururundan, günahsızlık iddiasından daha büyük olamaz.»
Bir başkası da söyle dedi:
«— Günahkâra kibir gözü ile bakmaktan ve günahkârı hakir görmekten büyük günah yoktur.»
Ve İslâm büyükleri su ölçüyü şiirle heykellestirdilen
«Günah ki, sahibine, nefsini hor görme ve Allah’a sığsnma hissini verir;
Nefse izzet ve kibir veren ibâdetten daha hayırlıdır.»
Ümmetin en büyüğü Ebu Bekr Hazretleri açıkta zina eden bir çift gördü ve üzerlerine cübbesini atıp onları gizledi ve dedi:
«— Yarabbi, gizlenecek yerleri de yok!» Ve basında nurdan bir taç, uzaklaşıp gitti.
Bütün İlâhî emirlerin fermanına memur Peygamberler Peygamberi de buyurdular:
«— Günahlarınızı gizleyin! Onları açığa vurursanız bize Allah’ın hadlerini (ceza ölçülerini) tatbik etmek düşer.»
Allah’ın bildiğini kuldan saklamanın mânâsız olduğunu sanan seytanî teselli, uydurma bir samimiyet rolü içinde dünyanın en misilsiz, ahmaklığına yuvarlandığını bilmez. Bu teselliyle
cemiyet meydanına çıkarılan günahın, günahtan başka, bir de günah cüreti ve hattâ saadeti belirttiğini ve iste bunun günahtan beter olduğunu anlamaz. Günah başka, günahın alenîlik plânında belirttiği cüret ve bir nevi iftihar edası başka… Birinde dayanılamıyan bir nefs zoru, ötekisinde günahla varılan keyf edası var. İkincisi, derecesine göre, günahı asar. Açıkça orucunu yiyen birine ihtarda bulunursanız diyecektir ki:
— Allah’ın bildiğini kuldan niçin saklıyayım? Ona deyiniz ki:
— Allah senin vücudunda bâzı mahrem uzuvlar olduğunu da biliyor ve görüyor. Allah biliyor ve görüyor diye onları çıkarıp gösteriyor musun?
Mutlak ölçüler karsısında ne bir indirme, ne bir çıkarma mümkündün ve yasakların mutlaka, tam ölçüsü, hîkmeti ve ruhiyle bilinmesi lâzımdır. Bir de riayetsizliğin, her seyden evvel büyük bir haya ve hicap dâvası olduğunun takdiri… Eğer, Allah, gözümüzü bir noktaya dikip, kemiklerimiz eriyinceye kadar aynı yere bakmamızı emretmiş olsaydı, hak ölçüsü ve saadet mizanı bu olurdu. Fakat Yaradan:
«— Hiçbir nefse takatinden fazla yük yüklemem.»
Buyurmuş ve bütün emir ve yasaklarını sımsıkı çerçevelemiş ve çerçevelenmiştir. Bu çerçevelere, dinin içinden ve dışından hiçbir el uzanamaz; ve ister şiddetlendirme, ister hafifletme oyunları yapamaz… İşte, tam yasak!.. Hikmetin en güzel misali; Ebu Bekr koliyle mânevi miras yolu «Altun Silsile»nin, Abdülhâkim Arvâsî Hazretlerinden bir evvelki halkası Seyyid Fehim Hazretlerine ait levhadadır:
Bir camide, tütünün haram olduğuna dair bir vaaz dinliyorlar. Etraflarında bağlıları, camiden çıkıyorlar ve o hocanın gözü önünde, belki aralarında hiçbir ferdin sigaraya düşkünlüğü olmadığı hâlde su emri veriyorlar:
— Birer sigara yakın ve için!
Çünkü sigara, aslında sadece mubahtır, yasaklar kadrosunda değildir. Aksine emir olmayan her fiil, prensipte serbesttir; ve o hoca, kendi nefsine göre kıyasa kalkısan bir cahil, yâni ham ve kaba softadır. Emir, Allah’a giden yolun kilometre ve istikamet isareti, yasak da, bu yolu kesen ve uçuruma saptıran patika helezonu basında tehlike levhası… Ve yasak olmayan seye yasak demek, bu helezonlardan birine ve hattâ en tehlikelisiıje sapmak. Emirlerle yasaklan iki kanat gibi takınan, bunlardan nokta feda etmeyen, sonra ibâdetini hiçe sayan, nefsine Allah’ın rahmetinden başka hiçbir dayanak görmiyen ve kendisini dünyanın en sefil günahkârlarından asağı bilen insandır ki, gerçek müslümandır. Bir gün, Kâinatın Efendisi, sahabîler meclisini şereflendirdiler. Muazzez sahabîlerini kaygılı gördüler ve «günah» üzerinde mübalâğalı bir korkuya düşmüş buldular. Buyurdular:
«— Allah dilerse hepinizi helak ve bana yeni sahabîler halkeder. Onlar da günah isler ve günahları affolunur.»
«Sırat-ül-Müstakim» isimli dosdoğru yolu, bütün iviçaçlariyle (dolambaçlariyle) ve yine dosdoğru kavrayabilene ne mutlu… O, biribir iviçaç içinde eğrilik kabul etmez, mutlak doğruluk… Şarabı, kumarı ve daha nice kötülüğü yasak edici emirlerle beraber, sahabîler, yasağın en derin hikmeti içinde, Allah tarafından çizilen mukaddes sınırların kus uçurtmaz bekçileri oldular.
Birbiri Pesinde
DURAKLAMİYAN HAREKET
Uhut muharebesinin ertesi günü… Sabah vakti… Muharebenin bitişinden onsekiz saat sonra… Henüz yaraları kurumadan… Evet, bu hâlde Allah’ın Resulü harekete geçtiler ve «Hamrâ-üi-Esed» tarafına yürüdüler. Medine’den dört beş saat yürüyüşlük mesafede bir mevki… Gayeleri, Uhut çenginde İslâmın bozguna uğramadığını etrafa göstermek ve bilhassa Mekke’ye dönen düşman tekrar istikamet değistirecek ve Medine’ye taarruz isteğine kapılacak olursa kendisini karşılamak… Basta Allah’ın Resulü; ve hepsi bir gün evvel Uhut çengine girmiş altıyüz küsur sahabî… İslâm bütün şevketiyle ayaktadır ve bir gün evvelki tecrübe sadece İlâhî bir imtihandan ibaret… İste bu hakikat gösterilecektir.
Kureyş ordusu gerçekten Medine üzerine dönmüşken yeni vaziyet! haber alınca, tekrar yüzgeri etti ve elinden kaçırmamak istediği zafer vehmini Mekke’ye taşıdı. Allah’ın Resulü etrafı sindirdiler ve Kureyş döküntülerinden Muaviye bin Mugiyre ile, Bedr’de esir düşmüş İken fidyesiz salıverenlerden, bir daha İslâm aleyhinde hiçbir harekete katılmıyacağını taahhüt ve sonra ahdine hıyanet eden bir şairin boyunlarını vurdular; ve beş gün süren bu seferden döndüler. Ebu Seleme’yi Huveylrd oğulları üzerine gönderdiler. Gidildi, düşman bulunamadı, sürüleri zapt edildi, dönüldü. Abdullah bin Enis, küfürü birleştirmeye çalışan Sîzan bin Halid’i öldürmeye memur edildi. Gitti ve sordu:
— Halid oğlu Sîzan sen misin?
— Benim, ya sen kimsin?
— Benî Huzâa’dan Abdullah…
— Buyur!
— Muhammed’le mücadele için adam topladığını işittim. Seninle birlik olmaya geldim.
— Hoş geldin! Gir içimize!
Derken dostluk ve zahirde beraberlik… Bir gün tenhalarda dolaşırken, Abdullah kılıcını çekti:
— Bre. Allah Resulünün düşmanı; seninle işbirliğine değil, başını uçurmaya geldim!
Ve kâfirin kellesini düşürdü. Allah Resulünün Abdullah’a duası:
«— Allah yüzünü ak etsin…»
TUZAK VE KURBAN
Hicretin otuz altıncı ayındayız. Üç yıl dolmuştur. İki kabile birleşip bir tuzak kurdu:
Allah’ın Resulüne başvurup, aralarında birkaç müslüman bulunduğunu ve herkesin Müslümanlığı anlaması için bir talim heyeti gönderilmesini istediler. Allah’ın Resulü, Asım bin Sâbit’in reisliğinde altı sahabîlik bir heyeti bunlara kattı. Yolda hainlerin maskesi düştü. Sahabîlere işkenceye başladılar. Sahabîlerin etraftan imdat istemeleri, işkenceyi büsbütün azdırdı. Nihayet sahabîler oıt kayalığın tepesine can attılar. Hainler onlara haykırdı:
— İnin oradan, canınızı bağışlayalım! Asım bin Sabit cevap verdi:
— Kâfirlerin ahdına inanılmaz! Ve Allah’a dua etti:
— Yarabbi, hafimizi Resulüne bildir!
Asım’ı okla şehit ettiler. Kâfir ahdına inanıp kayadan inenleri de Mekke’ye götürüp esir diye sattılar. Küfür sorabilir:
— Madem ki, Peygamberdi, niçin tuzağı evvelden keşfedemedi?
Cevabı basittir:
— Peygamber gaibi bilen değil, ancak Allah’ın bildirdiğini, bildirdiği kadariyle bilendir. Sadece bildirdiğini bilen ve gösterdiğini gören… O da «Bildir ve göster» emriyle açığa çıkabilir. Bilmediği olduğu gibi, bildirmediği de var… Kendisi kürenin gündüz mıntıkasındayken gece kısmındaki adamı görebilir ve yanı başındakini görmiyebilir. Gösteren ve göstermeyen, Allah… Mekke’de satılan sahabîlerden Habib… Tam ask adamı ve kurban örneği… Habib’i öldürmeğe götürüyorlar.
— Bir lâhza, diyor Habib; boynuma kılıç inmeden iki rekât namaz kılayım.
Bırakıyorlar. Namaz bitince soruyorlar:
— Simdi senin yerinde Muhammed olsaydı da seni azad edip O’nu öldürseydik razı olur muydun? Ve ilâve ediyorlar:
— Yemin et, doğrusunu söyle!
Habib, gökleri aydınlatan yüzünü, suali soran kâfire çeviriyor:
— Dinle, bak diyor; Allah üzerine yemin ederek söylüyorum ki. Sevgilisinin ayağına bir diken batmaktansa, ben hayatımı vermeyi, gün ışığından ve çoluk çocuğumdan mahrum kalmayı tercih ederim! Ebu Süfyan duramıyor:
— Vallahi ben, Muhammed’i, sahabîlerin sevdiği gibi sevebilen, sevmeyi bilen tek insan görmedim!
Pırıl pırıl ask ve iman yüzlü Habib’i vurup şehit ettiler. Gülümseyerek öldü ve öldükten sonra da gülümsemeye devam etti.
Kâfirlerden bir kadının ahdi:
— Asım’ın kafatası ile şarap içeceğim!
Asım’ın öldürüldüğü duyulunca, kadın münadiler gezdirdi:
— Kafasını getirene yüz deve!
Asım’ın şehit düştüğü kayalığı ve etrafını, dört ayak üzerinde, iğne arar gibi günlerce elekten geçirdiler, fakat bir çöpünü bile bulamadılar. Asım’ın bir duası vardı:
— Yarabbi şehit olursam kâfirlerin eline geçmiyeyim… Vücuduma kâfir parmağı değmesin!
Hazret-i Ömer’e vak’ayı anlattılar:
«— Allah, kullarını haygtında koruduğu gibi ölümünde de korur.»
Asım bin Sabit, hâdisesinin daha büyüğü! Ebu Ber’â bin Âmir isimli, hatırı sayılır ve İslâm dps-tu geçinir biri, kendisine edilen imân teklifini kabul etmedi; fakat Allah Resulüne tavsiyelerde bulunup ve ahitler edip Necid tarafına bir heyet gönderilmesini istedi. Allah’ın Resulü; gündüzleri dağdan odun taşıyıp satan ve onunla geçinen, geceleri de sabaha kadar ibadet eden ve gözlerini Kur’ân’dan ayırmayan fakir Suffa sahabilerinin benzeri kimselerden yetmiş kişiyi, Münzir emrine gönderdi. Bunlar Maune kuyusu isimli yere gelince, orada Allah Resulünün mektubunu İbn-i Tufeyi isimli kabile reisine gönderdiler. Kâfir, mektuba nazar bile etmeden onu getiren sahabîyi şehit ettikten başka, öteden ve beriden adam toplayıp uzaklarda bekliyen sahabîlerin üzerine yürüdü ve bütün müminleri kılıçtan geçirdi.
Yahudiye Karsı
BENİ NADR GAZVESİ
Maune Kuyusu mevkiinde öldürülen sahabîlerden birini, bağlı olduğu Kureyş kolundan çekindikleri için azad etmişlerdi. Amr bin Ümeyye… Amr, Medine’ye dönerken yolda iki kişiye rastladı. Bunların, Maune kuyusu zalimlerinin kabilesinden olduğunu anladı. İkisini de hançerledi. Halbuki hâdiseden haberleri olmayan bu iki kişi Allah Resulünden ahd almışlardı. Ve O’nun yanından geliyorlardı. Amr’ın da bundan haberi yoktu… Medine’de vaziyet Allah’ın Resulüne arzedilince buyurdular:
— Yâ Amr, yanlışlık olmuş… Şimdi onlara diyet gerektir. Onlar buradan ahd alıp gitmişlerdi.
Ve yahudi kabilesi Benî Nadr topluluğuna başvurmaya karar verdiler. Nadr Oğullarının, öbürleriyle aralarında yakın dostluk ve Allah Resulüne karsı da mükellefiyetleri bulunduğu için diyete yardım etmeleri ve anlaşmayı sağlamaları için… Bizzat Medine’den çıkıp. Benî Nadr kabilesinin yerine gittiler ve isteklerini söylediler. Yahudiler, Allah’ın Resulünü güya hürmet ve dikkatle dinledikten sonra söyle ağız kullandılar:
— Ne olacak, yâ Ebül Kaasım, diyeti denkleştirir veririz. İyi ettin de geldin! Hele biraz bekle!
Allah’ın Resulünü bir duvar kenarında yalnız bırakıp gittiler.
Bekleyiş sürüp giderken birdenbire Allah’ın Resulü, yürüdüler, uzaklaştılar ve tek baslarına istikamet tutturup gittiler. Sahabiler bulundukları noktada, hiçbir şey anlamadan beklemekte devam ettiler. Nihayet Medine’ye döndüler ve Allah’ın Resulünü orada buldular. Meğer o ân gözden kaybolan yahudiler Allah’ın Resulünü sahabîleriyle beraber bir baskına düşürmek için tertibat almaktaymışlar. İlâhî ikaz…
Kısa bir hazırlıktan sonra Benî Nadr üzerine varıldı. Ve kabile altı gün muhasara altında tutuldu. Nadr Oğulları kalın bir sür içinde olduğu için; kapılarını kapayıp saklandılar, meydana çıkmadılar. Allah’ın Resulü de, İslâm ve îman tasarrufunun verdiği hakla bunların bahçelerini ve hurmalıklarını harap ettirdiler. Kendilerini meydana çıkmaya zorladılar. Yine çıkan olmadı. Muhasara devamda…
Araya münafıklar girdi… Benî Nadr yahudilerinin, çıkıp Medine’yi bırakmalarına izin istedi. İzin verildi, fakat yahudilerce taahhüde riayet edilmedi, şart bozuldu. Sonunda Allah’ın Resulü bunları ikinci bir ablukaya aldılar ve perişan ettiler. Mallarını, mülklerini, her şeylerini zaptedip altıyüz deve üzerinde kuru canlarını kaçırmalarına müsaade ettiler. Münafıklar mustarip, yahudiler perişan… Ganimet malları içinde üçyüz kırk kılıç, elli tulga ve elli zırh…
ÖBÜR GAZVELER
Zat-ür-Rikaa Gazvesi:
«Rikaa» bez parçası demek… Sahabilerin ayakları kabarmış, ayaklarına bez sarmışlar; sefere de bu isim verilmiş…Dörtyüz sahabîyle Necid tarafına yürüdüler. Menzillerine vardıkları zaman kadınlardan başka kimseye tesadüf etmediler. Korkularından dağılmışlar, kaçmışlar… Sefer onbes gün sürdü.
Küçük BedrGazvesi:
Ebu Süfyan, Uhüt muharebesinin sonunda «gelecek yıl burada yine buluşuruz!» demiş ve İslâm saflarından «İnşallah» cevabını almıştı. Tam senesinde Allah’ın Sevgilisi buluşma yerine geldiler ve sancaklarını diktiler. Ebu Süfyan da geldi. Askeriyle uzak tepelere tırmandı. Ve İslâm ordusunu görünce, Uhut’tan beri içini kemiren korku birden bütün kalbini sardı. Ve askerine:
— Dönelim, dedi; hem zahiremiz az, hem de bu sene Mekke’de kıtlık var!,
Bu gülünç teklif üzerinde tek nümayis yapmadan sıyrılıp Mekke’ye doğru süzüldüler. Mekke’de onları alaya aldılar:
— Siz cenge çıkmamışsınız; birkaç gün süveyk yemeğe (malûm yol nevalesi) heveslenmişsiniz!
Bu hâdise, Kureyş nasipsizlerinin Uhut zaferi diye bir şeye malik bulunmadıklarını gösterdi.
İmtihan çoktan savrulmuş ve İslâm en büyük düşmanı Mekke müşriklerinin karşısında yine büyük heybetiyle ve yanına hasım sokulmaz şekilde yer almıştır.
Devme-tül-Cendel Gazvesi:
Hicretin Besinci Yıl basında çıkan gazve. Şimale doğru on beş, on altı konak mesafe. Orada bir küfür barikatı kurulduğunu ve gelip geçenin incitildiğini haber aldılar. Bin sahabîyle yürüyüşe geçtiler. Her tarafı iyice taramak ve baskın yapmak için gece gidip, gündüz saklanıyorlardı. .
Baskın, tam tesirini gösterdi. Bütün düşman sürüleri müslümanların eline geçti ve karsı taraf, şaşkın ve perişan, kendisini dağlara attı. Tek kimse kalmadı. Allah’ın Sevgilisi, bomboş kasabaya girdiler, öteyi beriyi gezip İncelediler ve kasabanın orta yerinde karargâh kurdular. Oradan da küçük seriyeler tertip ederek etrafa çıkardılar. Muzaffer gidiş geliş, yirmi gün sürdü.Birbiri pesinden gelen bu seferler, İslâm yayılısının arasını temizlemek, etrafı tam emniyet altına almak ve Uhut imtihanını takip eden intibah ve kuvvet devresini asmak içindir.
Dirayet ve Zarafet Timsali Ayise
İFK VAK’ASl
İslâm yayılısının arasını temizlemek için birbiri pesinden girisilen seferler serisinden Benî Mustalik gazvesi… Hicretin Besinci Yılı, Saban ayında… Mustalik Oğulları üzerine yürüdüler. Kâfirlerin mevzi aldığı Müryesî isimli su kenarında cenk oldu, oklar ve mızraklar atıldı; ve sahabîlerin bir arada kitle hücumiyle düşman bozuldu. Sağ kalanlardan da tek fert kurtulmaksızın hepsi esir düştü. : Peygamber zevcelerinden Hazret-i Âyişe ile Ümmü Seleme Hazretleri de sefere götürülmüşlerdi.
Hazret-i Âyişe, sefere çıkmadan, ablası Esmâ’dan bir gerdanlık almış ve boynuna takmıştı.
Gece… Kafile sefer dönüsü konak yerinde… Sabaha karsı hareket hazırlığı başladı. Teker teker develer ayağa kaldırılıyor, kısık çan sesleri ve kumanda nidaları duyuluyor. Hazret-i Âyişe, âni bir ihtiyaçla biraz uzaklaşmak zorunda kaldı. Döndü ve bir de baktı ki, ablasından aldığı gerdanlığı düşürmüş… Develer teker teker kalkıyor ve kafile yürüyüş koluna giriyor. Âyişe, gerdanlığı bulmak için hızla geriye döndü, zifirî karanlıkta el yordamıyla biraz arandı, nihayet buldu. Ve yine hızla geriye döndü. Ne görsün? Kafile yola çıkmış, uzaklaşmış… Kimsecikler yok… Âyişe, olduğu yerde kalakaldı. Herhalde kendisini tahtırevanın içinde farz etmişler ve yola çıkmışlardı. Bulamayınca dönecekler ve arayacaklardı. Örtüsüne sımsıkı bürülü, olduğu yerde bekledi. Kafilenin arkasında ve epeyce geriden Muattal oğlu Saffân geliyor. Kafilenin geri hizmetlerine memur… Saffân, safak vakti o noktaya vardı; Hazret-i Ayl-se’nin tek basına beklediğini gördü. Devesinden indi onu bindirdi ve deveyi hızlı hızlı yürüterek Medine önlerinde kafileye yetişti. Âyişe deSaffân’ın devesinden indi ve tahtıravanına geçti. İşte (İrk) diye isimlendirilen vak’a. .
İFTİRACI MÜNAFIK
Alınları Allah’ın eliyle damgalı, fakat Allah Resulünden başkasının bu kara damgayı görmesi imkânsız, münafık tipi, güruh güruh bu sefere katıldığı kadar hiçbir gazveye çıkmış değildi. Zira artık kolay nimet ve fırsat pesindeler. Kara damgayı Allah, yalnız Resulüne gösteriyor; O da zahire göre hükmetmeğe memur olduğu için bir sey diyemiyor. Başlarında baş münafık Abdullah bin Übey bin Selûl bütün münafıklar fiskosta… Abdullah bin Übey bin Selûl fezada topyekûn ışık keyfiyetini söndürecek ve Arşı titretecek olan iftirasını savurdu. Bu iftira, iffet ve faziletin tâ merkezi Âyise’yedir. O Abdullah bin Übey bin Selûl ki:
— Medine’ye dönünce aziz olanlar zelil olanları oradan çıkarır.
Sözünü de gaseyan etmiş, böylece fedakâr Ensâr ile cefakâr Muhacirlerin arasını açmak istemiş ve nihayet Medine kapılarında babasının atını dizginlerinden tutarak haykıran öz kızı tarafından şu tokadı yemişti:
— Asıl kendinin zelil ve Peygamberin aziz olduğunu itiraf etmedikçe bırakmam!
Ensâr ise, göz yaşı içinde ve her şeyden habersiz… Niyetlen, Âyişe’nin babası Ebu Bekr’den başlayarak bütün sahabîlere intisar edecek dehşet hissi ve bu hissin doğuracağı ihtilâflar yolundan İslâm birliğini parçalamak. O gün, bugün, sistemle devam eden politika, o zaman karargâhını din dairesinin içine kurmayı tasarlamıştı. Bugün dışında ve başka daireler içinde…
DEHŞET
Müslümanlar; yâni kir ve pisliğe pamuk bulutlardan daha uzak insanlar, iftirayı duyunca çarpılıp kaldılar ve dediler:
— Aman Allah’ım bu ne büyük bühtan.
Eba Eyyüb Hazretleri, zevcesine sordu:
— Senin hakkında böyle bir şey söylense ne dersin?
— Haşa! Asîl ve şerif insanlar için böyle bir şey düşünülemez!
Hazret-i Âyişe’den başka herkes iftirayı duydu. Hazret-i Ebu Bekr Kıble’ye doğru, ellerini açmış, dua ediyor:
— Allah’ım, bu işin hakikatini göster! Müslümanların ağzını bıçak açmıyor, fakat herkes iftirayı muhal görüyor.
VAZİYET
Kimse inanmıyor, yalnız, şair Hassan bin Sabit ve ayrıca iki sahabî Saffân’a şüphe gözüyle bakıyorlar. Âyişe daima habersiz… Bir gece o sahabînin annesiyle gezerken, kadın, Âyişe’ye dönüp oğjuna beddua etti: Âyişe taaccüple haykırdı:
— Ne yapıyorsun; oğluna, bir sahabîye nasıl beddua ediyorsun?
Kadın ağlamaklı gözlerle Âyişe’ye baktı:
— Ne asîl ve faziletlisini Oğlum senin için çıkarılan iftiraya kapılanlardan…
Ve iftirayı basından sonuna kadar Âyişe’ye anlattı. Âyişe hemen babasının evinde… Annesi ona teselli vermeye çalıştı. Âyişe düşüp bayıldı. Hazret-i Ebu Bekr’le zevcesi, Âyişe’yi kaldırdılar, ayılttılar:
— İftiraya değer verme! Allah hakikati gösterir! Sabret!
Hazret-i Âyişe, evine, Allah Resulünün nezdine döndü. Fakat hemen atesler içinde yatağa serildi. Allah’ın Resulü, muazzam bir vakar ve sükûnet içinde çıkıp geliyor; Âyise’ye yalnız sıhhatini soruyor ve başka hiçbir bahis açmıyor. Âyişe bu vaziyetten o kadar ürktü ki, hemen izin alıp babasının evine kapandı. Geceli gündüzlü dua ve gözyaşlı… Saffân, şair Hassân’ın, aleyhinde hicivler söylediğini duyunca kılıcını çekti ve onu öldürmeye davrandı. Yakaladılar ve Allah Resulünün huzuruna çıkardılar. Allah’ın Resulü, onu, şaire kılıç çekmekten vaz geçirdi ve fazla bir şey söylemediler. Allah’ın Resulü çocuk denecek kadar genç Üsame’ yi çağırıp fikrini sordular ve cevap aldılar:
— Âyişe masumdur, ey Allah’ın Resulü!
Hazret-i Ali müphem konuştu; Âyişe’nin hizmetçisi de şunları söyledi:
— Hanımım masumdur. O yalnız dalgındır. Hamurun başında beklerken uyuklar, hamuru da keçiler yer. Peygamber zevcelerinden Zeynep:
— Âyişe’nin iyiliğinden başka bir şey bilmiyorum!
Gaye-insan ve Ufuk-Peygamber, Hazret-i Âyise’yi görmeğe, Ebu Bekr’in evine geldiler ve ilk defa, hâdiseyi zevcelerine karşı ele aldılar:
— Âyişe, bir günah isledinse tövbe et; Allah tövbeleri kabul eder. Günahın yoksa, Hak, masumluğuna şehadet edecektir. Herkes sustu. Âyişe, babası ve annesi… Âyişe, cevap versinler diye onlara baktı. Sükût… Âyişe doğruldu ve tâ can evinden konuştu:
— Bu vaziyette ancak Allah’a sığınırım. O’nun yardımını isterim!
Allah Resulünün alnında, nokta nokta elmas… Ter damlaları… En sert kıs soğuğunda da olan hal… Vahiy geliyor.. Allah, Peygamber zevcesi dirayet ve zerafet timsali Hazret-i Âyişe’nin pâk olduğuna şahittir. Âyişe’nin annesi vahiyden sonra, kızına:
— Haydi kalk kızım, dedi; zevcinin yanına git!
His ve fikir zerafetinin en ince nazla karışık örneği Âyişe, affedileceğini bildiği bir telmihe kadar vardı:
— Ben ancak Allah’a şükrederim; başka kimseye minnetim yok…
Halbuki bütün minnetimiz, Allah’ın Sevgilisinden gelecek şefaattedir. Bu inceliği Hazret-i Âyişe herkesten iyi biliyor. Fakat en sevilen zevce olmanın naz ve zerafet mevkiinde, bu şefaati peşin olarak almış bulunuyor. Şair Hassan bunun üzerine Âyişe için nefîs bir şiir yazdı ve onun masumluğunu, dirayetini, zarafetini, faziletini övdü. Hassan, Âyişe hakkında, onun hiçbir dedikodu yapmadığını, onunla bununla uğraşmadığını söyleyen mısralara gelince Peygamber zevcesi:
— Fakat sen öyle değilsin, dedi gıybet ve iftiraya kapılabilirsin…
Modern küfür, bütün nisbet ve hakikat unsurlarına göre hayal yakıcı bir muhal olan bu iftirayı benimsemeye kadar gider. Müdafaası bile zül… İmkân âlemi buna kapalı, muhal.