(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)
Yolda Bir Uğrak
YOLLAR
Bir gün Ebu Talib, kardeşi Hâris’i yanına alıp Şam’a kadar bir sefere çıkmak istedi. Bildiğimiz kervan isi… Şam seferleri, o zaman Hicaz ticaretinin ana caddesidir; ve Kureyş asillerinin de başlıca işi yine bildiğimiz gibi, Mekke ile Şam, Şam ile Mekke arasında muhteşem kervanlar tertiplemek… Evet, Ebu Talib, kardeşi, kendisi gibi Abdülmuttalib oğlu Haris ile beraber Şam seferine çıkacaktır. Demek ki, O, aylarca Mekke’de, sevgili amcasından uzaklarda yaşayacak… Hiç olur mu böyle şey?.. Amcası yokken, O, Medine’de kalamaz. On üç yasındaki Nur Çocuk amcasına başvurdu:
— Beni de beraber alın, ben de sizinle beraber çıkayım sefere!.
O kadar ısrar etti ki, Ebu Talib bu ricayı kıramadı:
— Peki, dedi; mademki, bu kadar istiyorsun, beraber gel! Fakat, yolculuk, keyifli olduğu kadar üzüntülüdür; rahatsız olmanı istemem.
Ve Ebu Talib, Nur çocuğun, üzüntü ve rahatsızlık diye bir şey tanımadığını görünce, O’nu da birlikte almaya karar verdi. Kervana katılıp yola çıktılar. İşte O’nun ilk yolculuğu…
Ufuklar, ufuklar; kovaladıkça kaçan, kovalandığı hızla geri geri zıplayan, karıncayla ışık hızından her birini süratine göre gerileyerek cevap veren çırılçıplak ufuklarda, arzın sathından, semanın bu satha temasından, semanın ve ufukların şekline kadar, her şeyi yusyuvarlak gösteren saffet zemini… Çepeçevre düzlük… İşte bu düzlüğün üzerinde bir kervan; ve kervanda Nur Çocuk… Bu kervan, ne olduğunu ve içinde kimi götürdüğünü bilse hemen oracıkta durur; ve zaman ve mekân boyunca gelmiş ve gelecek bütün insan yürüyüşlerinin, pesinde sıralanmasını bekler.
BAHÎRÂ
Dere tepe düz gidiş… Yollarda ve konak yerlerinde Nur Çocuğa garip garip bakışlar…
Yollarına devam ettiler. Şam yakınlarında bir nehrin kenarına geldiler. Nehrin kenarında bir ağaç altı ve karşısında bir ibadethane, bir zaviye, bir savma.. İbadethanede, hükmü henüz Allah tarafından kaldırılmamış ve o ânda hak yol olan İsa dininin bağlısı, münzevi ve müstağni, ihtilatsız ve alâkasız bir rahip… Bu rahibin o zamana kadar kimseyle düşüp kalktığı, gelip geçenlerle görüşüp konuştuğu, herhangi bir dış hadiseye kıymet ve ehemmiyet verdiği görülmüş değil. İsmi «Cercis» dir. Ve Bahîrâ diye anılmaktadır. İşte bu dünyadan ve her türlü dünya alâkasından el ve etek çekmiş âlim ve münzevî rahip, Ebu Talib’in kervanını görünce ibadethanesinden çıktı; fevkalâde beşaşetli ve iltifatlı bir çehre ile yolcuların yanına giderek onları yemeğe davet etti:
— Sizi ziyafete çağırıyorum! Hür, köle, küçük, büyük, aranızda kim varsa getirmenizi isterim. Gelmedik kimse kalmasın.
— Teşekkür ederiz, diye cevap verdiler; hep birden geleceğiz!
Tam ziyafet saati gelince Ebu Talib, herkesi topladı; fakat Nur Çocuğun küçük yasta olduğunu düşünerek, böyle bir ziyafete iştirak edemiyeceğini ileri sürdü, kalmasını, istedi ve kervandakilerle beraber ziyafet yerine gitti. Bahîrâ, kendilerini sevkle karşıladı:
— Safa geldiniz! Hepiniz tamamsınız değil mi? Gelmeyeniniz yok herhalde. Cevap verdiler:
— Hepimiz geldik, sade eşyamızın basında küçük bir çocuk bıraktık. Yalnız o gelmedi.
Bahîrâ» dalgın nazarlarını ayrı ayrı herkesin çehresinde gezdirdikten sonra, aradığı alâmeti bulamamış gibi gözlerini yere dikti:
— Sizden bilhassa bu çocuğu getirmenizi rica ederim.
İkinci amca Haris hemen fırladı. Nur Çocuğu alıp ziyafet yerine getirdi. Herkes sofraya oturdu ve cömert rahibin ikramıyla, yemek, zevk ve neşe içinde tamamlandı. Rahibin isi gücü, dudaklarında fevkalâde manidar bir tebessüm. Nur Çocuğu süzmek, hep O’nu incelemek… Yemekten kalkıldı. Sohbet, muhabbet… Artık sıra veda ve teşekküre gelmişti. Rahip, birdenbire, bütün zaman ve mekânın müstakbel Peygamberine döndü:
— Sana bir şey soracağım! Lât ve Uzza askı için bana doğru cevap verir misin? Söyle!
O zaman, Nur Çocuğun sesi şiddetle yükseldi:
— Bana ne sorarsan sor, cevap vereyim. Fakat bana Lât ve Uzza üzerine yemin verme! Benim en ziyade nefret ettiğim, İşte bunlar ve benzerleri putlar!
Bu cevap karşısında merakı büsbütün taşan Bahîrâ:
— Öyle ise, dedi; Allah askına söyle! Söyler misin?.
— Hemen sor, cevaba hazırım!
Ve münzevî rahip, Nur Çocuğa, hususî hallerinden ve hayatının binbir hususiyetinden sual üzerine sual sordu. Uykuları nasıldır, rüyaları ne biçimdir, ne yer ve içer, sevdikleri ve hoşlandıkları nelerdir; vücudundaki işaretler vesaire… Her suale beklediği cevabı aldığı ve son derece memnun olduğu, tavrından seziliyordu. Sualler ve cevaplan bitince rahip, büyük bir ihtiramla elini uzattı. Nur Çocuğun elbisesini kavradı ve müsaade istedi :
— İzin verir misin, bir noktaya bakacağım?
— Buyurun!
Rahip, gayet tazimkâr, elbiseyi Nur Çocuğun omuzlarından sıyırdı. Çocuğun sırtını açtı ve Nübüvvet Mührü’nü gördü. Bütün bu hallere anlaşılmaz gözlerle bakan Kureyşlilerin hayret nazarları önünde Nübüvvet Mührü’ne doğru eğildi ve o noktayı derin bir saygı edasıyla öptü. Kureyşlilerde hayret, büsbütün derin… Birbirlerine bakıp âdeta sormak istiyorlardı:
— Ne var, ne oluyor? Bu çocukta fevkalâde olan neymiş?.
Bahîrâ Ebu Talib’e döndü:
— Şimdi söyle bana, bu çocuk neyindir?
— Oğlum…
— Oğlun olması mümkün değil… Hattâ babasının hayatta bile bulunmaması lâzım…
— Kardeşimin oğludur. Dediğin gibi, babası, henüz çocuk doğmadan vefat etti.
— İşte, doğruyu söyledin! Şimdi öğütlerimi dinle! Kardeşinin oğlunu buradan ileriye götürmen doğru olmaz. Yahudiler, çocukta, benim gördüğüm işaretleri görürlerse O’na fenalık etmeye kalkarlar.
— Masum bir çocuğa neden fenalık etsinler?
— Çünkü kitaplarda gördüğümüz ve büyüklerden öğrendiğimiz bilgilere göre, bu çocuk istikballerin en büyüğüne namzettir. İnsanoğlu, O’nun tabii olmak için yaratılmıştır. Yahudiler kıskanır ve fenalık etmeye kalkarlar. Sen vazgeç bu. seyahatinden!.. Nasihatimi tut!
Bu sözler Ebu Talib’in ciğerine kadar isledi ve ruhunda tam bir emniyet ve itimat doğurdu. Hep beraber Bahîrâ’nın yanından ayrıldılar. Ebu Talib, kervan arkadaşlarına emir verdi:
— Haydi, Mekke’ye dönüyoruz! Şam’a kadar uzanmaktan vazgeçiyorum. Mallarımızı buralarda satabiliriz. Ve sattılar ve döndüler.
Bahîrâ, Kâinatın Efendisini görmeden, harikuladeliği nasıl keşfetmişti? Söyle:
Rahip Bahîrâ, kervan başlangıçta ibadethanesine doğru yol alırken pencereden bakmaktadır. Malûm kervanlar içinde herhangi bir kervan… Fazla dikkate bile değmez. Fakat hayret! Kervanın tepesinde bir bulut yürümekte… Sanki hızını kervandan alıyormuş gibi kervan hızlandıkça o da hızlanmakta, yavaşladıkça yavaşlamakta, durunca durmakta… Âlim Rahip, nazarını hiç ayırmadan kervanı takip ediyor. Evet, havasında tek bulut gölgesi olmayan dipsiz bir mavilik zemini içinde, kervanın tam üstünde kervana yelpaze tutmaya memur efsanevî bir köle gibi garip bir bulut… Sanki kervanın üzerinde, havada yüzerek giden, iki kolunu iki yana açmış harikulade bir muhafız… Kervan yürüye yürüye, tepesindeki bulutla beraber, nihayet ibadethanenin karsısındaki ihtiyar ağaca kadar geliyor. Bu sefer daha müthiş bir tecelli! Ağacın dalları, kervanda birini korumak, perdelemek, kucaklamak istercesine eğilmekte, bükülmekte, toplanmakta… Üstelik yıllardır kurumuş porsumuş, iliksiz kalmış olan ağaç içten birdenbire canlanmış, yeşillenmiş, tomurcuklanmış gibidir. Ve âlim rahip, tüyleri ürpererek kararını veriyor:
— Nebiler ve Resullerin sonuncusu ve tamamlayıcısı. Büyükler Büyüğü Zatın geleceğini biliyoruz. İşte bu kervanda herhalde o bulunuyor. Sayısız Peygamberlerin hep birbirine işaret vere vere O’na doğru akan kolu halkalaştırdığı, vasıflarına ait çizgiler resmettiği Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamber… Bu, İsa Peygamberin haber verdiğidir. Mutlaka O’nu görmeliyim…
KÜFÜR
Her şeyde sakîm aklı takacak bir kanca yeri elde etmek sevdasındaki küfür, İşte bu rahip Bahîrâ menkıbesine yaman bir fırsat gibi yapışır ve iğrenç denecek kadar akılsız ve insafsız tefsirini ileriye sürer:
«— Tamam! Ne öğrendi ise bu rahipten öğrendi. Bahirâ o devirde Hristiyanlık vecd ve ilmine bürülü büyük bir zahitti. Seyahat vesilesiyle ona uğradı, kendisiyle görüştü ve ne kaptıysa ondan kaptı.»
Kuru akıl gözüyle de o kadar âcizdir ki, küfür, hem İslâm kaynağından aldığı bir menkıbeyi, ona karsı kullanmak zaafını yenemez, yani İslâmlıktan aldığı vesikayı İslâmlar gibi mütalâa edemez; hem de 13 yasında bir çocuğun, bir iki saat içinde bir rahipten peygamberlik dersi alabileceğini kabul eder de sonra böyle insanüstü bir iktidara Peygamber diyemez. Susalım ve yalnız vecdimizin yolunu takip edelim. Nur Çocuk, artık doğruların doğrusu genç adam, mukaddes genç adam olmaya doğru ilerliyor.
Mukaddes Genç Adam
GENÇ ADAM NAMZEDİ
O’nu, pek yakında (El’emin) diye vasıflandıracaklar. El’emin: Doğru, doğruların doğrusu…
Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez. Bir bos bulunma nefse kapılma ânı O’na hulul edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhal… İşte bu seciyenin teşekkül yasına doğru yol almakta.. O, genç adam namzedi Nur Çocuk… O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı demlerde bile küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir İlâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da, düpedüz ve tabiî hali ile, insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.
Bir bayram günü… Bütün Kureyş ayakta… (Büvâne) isimli putun etrafında gidip geliyorlar. Bu bayram, İşte her sene, mahut putun basında geçirdikleri, ona kurbanlar hediye ettikleri, kulluk gösterdikleri, türlü cümbüşler yaptıkları bir gecede cereyan ediyor. Bütün Kureyşliler gibi, Ebu Talib de, aile kadrosunu toplıyarak bayrama iştirak etmek İstedi . O’na teklif ettiler:
— Sen de gel!
— Gelemeyeceğim, beni mazur görün!
Bu cevaba, amcaları ve halaları taaccüble baktılar. Israr… Yine red… Müteessir oldular. O’nun bu çekilisini bir bid’at, bir isyan saydılar. Dalâlet asabiyeti bu hali, âdeta an’aneye tecavüz gibi bir şey telâkki etmeğe kadar vardı.
Dediler:
— Tavrını, beğenmiyoruz! Bağlı olduğun kavmin mübarek bir bayramında bulunmamak nasıl olur? Böyle bir günde topluluğa karışmaktan çekinmek ne demektir? Cevap ver! O kadar üstüne vardılar ki, genç adam namzedi, Nur Çocuk, daha fazla ısrar edemedi; İşte meye İşte meye, sadece amcası Ebu Talib ile halalarını kırmamak için, kendilerini takibe razı oldu. Fakat putun basına varır varmaz, çocuğun müthiş bir hâl geçirdiğini gördüler. Sanki büyük bir korku ve dehşete düşmüştü. Puta ve etrafındaki kalabalığa bir göz atınca, başına gelen hâl üzerine, O hemen döndü, kaçarcasına oradan uzaklaştı. Bayramdan döndükleri vakit O’na sordular:
— Ne oldu sana birdenbire? Niçin bayram yerinden kaçıverdin?.
Cevap verdi:
— Bana bir fenalık gelmesinden korktum. Her zaman da bundan korkuyorum. Ne vakit putların yanına yaklaşsam, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş birinin oracıkta yükseldiğini, yoluma mâni olduğunu görüyorum. Bu şahıs bana «Geri çekil, sakın temas etme!» diyor. Kabil mi geriye dönmemek?.. Bu vak’adan sonra Allah Resulünün herhangi bir sebep ve saikle putların yanına uğradığı görülmedi; ve bu hâl; İlâhî Memuriyet ânına kadar hep böyle devam etti.
KOYUN GÜDEN TAC
İnsanlığın Tacı, bu demlerinde bir müddet Kureyşlilerin keçilerini güttüler. Bütün insanlığı gütmeğe ve ebedî hayata ulaştırmağa gelen Gaye – İnsan ve Ufuk Peygamber, kırlarda, gönlü
Allah’ında bu işi yaparken ne kadar ulvî ise, bu işi hakir gören küfür de o kadar süflidir. Evet, küfür, bu işi hakir görür, ve çobanlık gibi âdî bir iş te kullanıldığını ileri sürerek. O’nu asîller çevresi Kureyş içinde hor tutulmuş göstermeye kalkar. Küfür, pis olduğu kadar ahmaktır. Hâdise doğru: Kâinatın Efendisi, âlemde eşsiz bir zevk ve güzellik tablosu içinde ve Mekke civarında, bir zamanlar koyun güttüler. Bizzat kendi ağızlarından çıkmış mukaddes kelimelerden tüten mâna içindeki su harikulade levhayı seyredelim:
Allah’ın Resulü, omuzlarına İlâhî Memuriyeti aldıkları devirde, Sahabeleriyle beraber bir gün kıra çıkmışlardı. Sahabeler, kırda kara dutlara rast gelerek yemeğe başlıyorlar.
«— Bu dutlar ne kadar kararırsa o kadar tatlılaşır. Ben bunu, keçileri sürerken öğrenmiştim.»
Âlemde, bundan daha rahat, huzur ve zevk içinde söylenmiş bir söz; ve bu sözün belirttiği manzaradan daha ulvî, aslî ve güzel bir şey ne olabilir?
Sen; cihanın en büyük Sultanı, senin en küçük hizmetçinin ayağındaki toza denk olamayan Sonsuzluk Başbuğu, sen; söyleyen sensin:
«— Ben Karait’de Mekkelilerin keçilerini güdüyordum.»
Yine sen:
«— Allah, koyun gütmemiş hiçbir peygamber yaratmadı.»
Ve ümmetinden her ferdi çobana benzeten ve her ferdi sürüsünden mesul tutan sen… Topyekûn insanlığın çobanı, sen…
KÖTÜLÜK ONDAN MAHCUP
Hazret-i Ali’ye anlatan, O:
«— Cahiliyet ehlinin alıştığı kötülüklere yalnız iki defa ayaklarım uğradı. İkisinde de Rabbim beni korudu: Mekke tepelerinde benimle birlikte sürülerini otlatan bir Kureyş çocuğuna, o gece benim koyunlarıma da bakmasını ve Mekke’ye gidip geceyi orada geçirmek İstedi ğimi söyledim. Çocuk teklifimi kabul etti. Ben de Mekke yolunu tuttum. Şehrin kenarına geldiğim zaman bir evden çalgı sesleri duyulmaya başladı. Şarkı söyleyenlerin sesi de buna karışıyordu. Gelip geçene bu evde ne olduğunu sordum. Birinin düğünü olduğunu söylediler. İçime bir heves düştü; çalgı dinlemek üzere eve girdim. Bir kenarda otururken dalmışım… Allah bir uyku verdi bana… Kendimden geçtim… Bir de uyanayım ki, sabah olmuş ve herkes dağılmış… Güneşin hararetiyle uyanıvermişim… İkincisi de yine böyle bir şey… Yine aynı mâni karsısında kaldım ve kötülüğe şahit olmaktan muhafaza edildim.»
İnsanların masumluk çağında bile en küçük bulaşığın bizzat itip kaçırdığı ve gözden saklandığı ismet timsali, genç adam namzedi. Nur Çocuk…
KARGAŞALIK
Genç adam namzedi Nur Çocuk, henüz 14 üncü, 15 inci yasını sürmekteydi ki, iki kabile arasında müthiş bir cidal koptu. İslâmiyetten evvelki âdetlere göre insan öldürmenin büyük yasak sayıldığı belli başlı bir mevsimde bir cana kıyıldığı için, tarafların bağlı bulunduğu kabîleler birbirine girdi ve arada müthiş bir kapışma başladı. Bunlar, Havâzin ile Kinâne kabileleri… Cenge, meş’um saikten doğusuna işaret olarak «El’ Feccar» ismini taktılar. EI’Feccar boğuşmaları bir kargaşalık çığırı oldu… Belli başlı günlerde yıllarca sürdü. Tekrar alevlendi, söndü ve yine ateşlendi, müzminleşti; ve Mekkelilerin saffet madenlerinde çürümeler meydana getirmeye başladı. Ahid, namus ve müşterek ölçü haysiyeti tehlikeye girmiş görünüyordu. Allah’ın Resulü, bazen boğuşmalara amcası Ebu Talib’in pesinden gider, seyirci kalırdı. O sırada mukaddes genç adam hangi tarafta bulunursa, üstünlük o tarafa gülümsemeye başlardı. O, bazen yerden ok toplayıp amcasına götürür, bazen da ok atardı. Uğuru Ebu Talib’den sananlar yalvarırlardı:
— Aman, yanımızdan ayrılma!
Nihayet bu kargaşalık ve ahlâk fesadına çare bulmak için Kureyş büyükleri toplandılar ve bütün kabileleri Hilf-ül-Fuzul isimli bir and etrafında birleştirdiler. Artık haksızlık ve tecavüz yok… Olursa, hep birden haksızın üstüne çullanacaklar… Ahd ve And merasiminde O da bulundu, ahlâk düzeltici bu anlaşmayı pek sevdiler ve daima andılar. İleride O:
«— Ben vaktiyle Abdullah bin-i Cüd’ân’ın evinde bir muahedeye şahit oldum. Arabin bütün develerini verseler o ahid ve sözden dönmem! Bugün bile bir mazlum tarafından o ahde dayanılarak imdat istense derhal yetişmekte tereddüt göstermem! Zira İslâmiyet sadece hakkın yerine gelmesi ve mazlumun nusret bulması için nazil oldu.»
On yedi yaşlarında ve bu kargaşalık hengâmesinde, amcası Zübeyr ile birlikte, Cenuba, Yemen’e bir seyahatleri var… Kargaşalık çığın Fuzul yeminiyle sona ererken, mukaddes genç adam yirmi yaşını basmış basmamıştır, El’emin sözü söz İşte O’na «El’Emin» lâkabını bu çağında taktılar. Sözüne, rivayetine, şehadetine, ahdine, kefaletine, sadakatine, herkesin kesin birlik olarak inandığı ve pes dediği insan… Yalan, Allah’ın yarattığı hakikati değiştirmek, ihanetlerin en büyüğü… Allah insanlardan, küfürün arkadaşı olan bu iktidarı nice iktidarla beraber esirgemedi. Bunun içindir ki, hiçbir insanın sözü, bizim için mutlak olarak emin değildir. Bu dünyada kimdir o zat ki, herhangi bir sözü ve nakli, kendi «ben»imize ve «ben»e bağlı fiilî hakikat müşahedesi derecesinde emin olabilsin? Bu dünyada böyle bir zat yoktur ve olamaz. Yalnız O vardır. Görülmemiş bir vakar, iffet ve asalet hâlesi içinde, mukaddes genç adam, Mekkelilerin saygı dolu gözleri önünde, ağır ağır dolaşıyor.
O ÇAĞ
O çağ, gözüne meleklerin görünmeye başladığı devre… Simsek gibi bir çakıp bir sönüyorlar; bir görünüp bir kayboluyorlar. Ve yukarılardan O’nu gösterip birbirlerine sesleniyorlar:
— İşte âlemi kurtuluşa erdirecek İnsan! Fakat henüz memuriyeti başlamadı, davet edileceği gün gelmedi. O zaman ürküyor, çocukluğundan beri kendisini takip eden fevkalâde hallerden sonra bunları nasıl mânâlandıracağını bilemiyor, ürpertiler içinde kalıyor, hiçbir karara varamıyor, mahzun mahzun soruyor:
— Yâ Rab, nedir bu haller?
Ve melekler şimşek gibi çakıp sönüyor:
— İşte Büyük Kurtarıcı! Henüz vakti erişmedi.
HELÂL İS
Kureyş kabilesinin malûm faaliyetine, kervan ve kervan şiirine dönelim:
İçerlek boyunları ve dışarıya doğru çıkık hörgüçleriyle en ileri bir (dekoratör) dehâsının daha üstününü hayal edemeyeceği çizgi helezonları içinde arka arkaya, muazzam bir vezin ve ahenk yoğuran develerin kervanı… Ticarete verilen kıymet o kadar büyüktü ki, başka meslekler onun yanında hor sayılırdı. Bu bakımdan Ebu Talib, bir gün Allah’ın Âlemlere Efendi olarak yarattığı mukaddes genç adama söyle dedi:
— Artık yetiştin; yirmi besinci yasına bastın.. Kendine bir meslek seçmen lâzım… Ticaretten daha iyisi ne olabilir? Kureyş yakında, ticaret maksadiyle Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin de bu kervana katılman için bir yol var:
Huveylid kızı Hatice’yi tanırsın… İffetli ve servetiyle meşhur, muhterem dul kadın… O, her sene Kureyş’ ten biri vasıtayla icap eden yerlere mal göndererek ticaret ettirir ve adamına hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsan acaba nasıl olur? Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesçe bilindiği için, umarım ki. seni hemen kabul eder ve başkalarına tercih eder. Sen de mutlaka, kabilendekiler gibi ticaret mesleğine girmeli, bu meslekte yetişmelisin. Mukaddes genç adamın cevabı pek kısa oldu:
— Güzel… Fakat ben ona başvurmadan, belki Hatice bana müracaat eder. Böylesi daha iyi olur. Ebu Talib bu cevabı kayıtsızlık ve tedbirsizlik sandı. Hemen yeğenine karşılık verdi:,.
— İyi amma, ya bu arada bir başkasını bulur da iş işten geçmiş olursa?
— Bakalım…
Dedi mukaddes genç adam… Arada ne oldu ise oldu; olacak olan zuhura geldi. Ulvî kadın, mukaddes genç adamın muradını yerine getirdi; kendisine bizzat müracaat etti ve birini göndererek şu teklifte bulundu:
— Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticaret için gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer razı ise benim için de en güzel şart yerinde demektir. Malımın başında bulunmayı kabul ederse, kendisine başkalarına verdiğim ticaret payının iki mislini veririm. Mukaddes genç adam, teklifi amcası Ebu Talib’e haber verdi. Ebu Talib’in memnuniyeti büyük… Heyecanla mukabele etti:
— Bu, Allah’ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et!
Anlaştılar, Hüveylid kızı Hatice, kölesi Meysere’yi, mukaddes genç adamın emrine verdi ve ona tenbih etti:
— Sana ne emrederse hemen itaat edeceksin!. Hiçbir reyine aykırı is görmiyeceksin! Bir dediğini iki etmiyeceksin.
Ticaret ve seyahat hazırlığı başladı. Ebu Talib ve kardeşleri, kervana katılacak başka şahıslara da tenbihler ederek yeğenlerinin gözetilip korunmasını rica ettiler. Kervan yola çıktı. Gide gide bir zamanlar Rahip Bahîrâ’nın bulunduğu ibadethanenin önüne kadar geldiler. Bahîrâ ölmüş ve yerini Nastûrâ isimli bir rahip almıştı. Nastûrâ, kervan, sahrada yavaş yavaş yol alırken, uzaklardan görüyor. Kervanın üzerinde, tek, garip ve beraberce hareket eden bulut… Kervan durunca mukaddes genç adam, Meysere ile birlikte bir ağacın altına çekiliyor ve kervandakilerden uzaklaşıyor. Rahib bakıyor ki, bulut da kervandan ayrılmış ve ağacın üzerinde karar kılmış…
Bahîrâ’nın incelemelerine benzer bâzı muayenelerden sonra hüküm :
— Şehadet ederim ki, sen. İsâ Peygamberin İncil’de, haberini getirdiği Hamd Livası, Kevser Havuzu Sahibi. Şefaat Müjdecisi Ümmî Peygambersin! Keşke ömrüm yetse de memuriyet gününü görebilsem ve bahtiyar ümmetinin saflarında yer alsam… Mukaddes genç adam, başında bulunduğu malları pazarlarda muvaffakiyetle sattı; ve onlara karşılık alacağı malları alıp, yeni baştan tertiplenen kervanla beraber Mekke’ye döndü. Hatice ile karşılaştığı zaman Meysere, hanıma, acayip, içinden çıkılmaz derin bir sır belirten hâdiseleri haber verdi:
— Yolda ve kızgın güneş altında mesafe alırken. üzerimizde daima bir bulut bulunuyor. Nereye gitsek beraber… Görülmüş, işitilmiş şey değil. Daha neler, neler!.. Ve bütün bu gördüklerini, görebildiklerini noktası noktasına, çizgisi çizgisine anlattı. Hatice’de büyük bir hayret ve derin bir dikkat…Getirilen eşya satıldı ve hesaplar görüldü. Ticaret, her senekinden bir misli fazla… Hatice ayrıca dikkat etti ki. Bu insanla kurduğu şirketin misilsiz bir bereketi vardır.
GÜZEL, DOĞRU, İYİ
İnsanlığın Âdem’den son adama kadar gayesi, güzel, doğru ve iyiden başka ne olabilir? Mukaddes genç adam, yirmi beş yaşlarında, henüz İlâhî Memuriyetten yalnız serpintiler aldığı sırada, mücerred insan olarak, güzeli, doğruyu, iyiyi, mânâda ve maddede nefsinde düğümlemiş bir örnektir. Ve artık ulvî Hatice’nin gözünde, O, insanların en güzeli, en doğrusu, en iyisi… Evet (Hatice-tül-Kübra) Büyük ve Temiz Hatice, O’na âşıktır. O, öylesine doğru ki, bakın bir iş ortağı O’nun için ne diyor:
— Peygamberliğinden evvel Allah’ın Resûlüyle müşterek bir isimiz vardı. Ben is neticelenmeden bir yere hareket zorunda kaldım. Belli baslı bir zaman içinde dönüp isi neticelendirmeye söz verdim. Fakat taahhüdüm tamamiyle aklımdan çıkmasın mı? Verdiğim sözü ancak vâdesinden üç gün sonra hatırladım. Hemen buluşma yerine koştum. İleride Allah’ın Resulü olacak zât, beni görünce ne kaslarını çattı, ne de dik bir tavır takındı. Sadece mülâyemetle dedi: «Çok merak ettim ve üç günü burada geçirdim.»
Yine ileride, Sâib isimli biri, Müslümanlığı kabul ederek Peygamberin huzuruna çıkacağı zaman bütün etraf bu zât; methe koyulacaktır. O zaman Allah’ın Sevgilisi diyeceklerdir ki:
— Sâib’i ne diye methediyorsunuz; onu ben hepinizden iyi tanırım!
Ve Sâib, vecd içinde atılacaktır:
— Sana feda olmak isterim! Seninle ticaret arkadaşlığı ettik. Hak bahsinde hatır, gönül dinlemez, zerre kadar hırs ve riya göstermezdin! Buluşma yerine üç gün geç kalarak gelen ortağını aynı yerde üç gün bekleyen Kâinat Efendisinin ahlâkını anlayabilmek için İşte O’nun ahlâkına tevarüsten başka bir şey olmayan veliliğin bir mensubuna ait vak’a:
Velî, kendisine «Birazdan gelirim» diye söz verip ayrılan birini, kar ve yağmur altında günlerce bekliyor: Ona soruyorlar:
— Sen deli misin? Hâlâ gelmiyeceğini anlamıyor musun?. Ne diye bekliyorsun kar ve yağmur altında?
Diyor ki, velî:
— Eğer buradan ayrılacak olursam, arkadaşıma yalancılık isnad etmiş olurum. Onun için
bekliyorum!
Bu ahlâk, velînin değil, velilikle beraber her şeyin aslî sahibi bizzat O’nundur.
Büyük ve Temiz Hatice O’na haber gönderiyor:
— Beni alsın!.. Alır mı?