HİRA DAĞI

(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)

PANAYIRDA
Renk renk insanın çizgi çizgi bir cümbüş içinde fıkırdadığı panayır yerinde. Kızıl Tüylü bir Deve üstünde ihtiyar bir insan peydahlandı. İri gözleriyle ufukları süzen genç ve dinç devenin üstünde gözleri çukura kaçmış ve içinin ufuklarına dalmış, yaşlı ve iki büklüm süvari… Süvari söze başladı:

Kalblerde, tülbentle parlatılmış bir ayna gibi ellerin sükût… Hikmet çağıldıyor:

«Ey insanlar!..
«Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz!..
«İbret alınız!..
«Yaşayan ölür, ölen fena bulur…
«Olacak neyse olur.
«Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi silinip gider.
«Olayların ardı arası kesilmez. Hepsi birbirini kovalar.
«Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak işaretler var…
«Yeryüzü bir büyük dîvan, gökyüzü bir yüksek tavan… Yıldızlar yürür, sular durur… Gelen kalmaz, giden gelmez.
«Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?
«Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğumuz dinden daha sevgilidir.
«Ve Allah’ın gelecek bir Peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstünde…
«Ne mutlu o kimseye ki, O’na iman eder; O da kendisine hidayet…
«O’na isyan ve düşmanlık edecek olana da eyvah!..
«Ömürleri gafletle geçen topluluklara eyvanlar olsun!..
«Ey insanlar!..
«Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy-sop?..
«Hani ya süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semûd milletleri?..
«Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da:

— Beni sizin en büyük rabbiniz değil miyim? Diyen Firavun ve Nemrut?..
«Onlar zenginledikçe, kudret ve kudretçe sizden çok üstündüler. Ne oldular?
«Toprak onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile eriyip gitti. Çatılan yıkılıp süpürüldü. Şimdi onların mekânlarını köpekler şenlendiriyor.
«Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin!
«Her şey fâni; baki olan Allah… Ortaksız ve benzersiz, mutlak bir Allah… Tapınılacak ancak O… Doğmuş ve doğurmuş olmaktan münezzeh Allah..
«Evet, evet…
«Olup bitenlerde, gelip geçenlerde, bize ibret olacak çok şey var…
«Ölüm bir ırmak… Girecek yeri çok ama, akacak yeri yok…
«Büyük, küçük, hep göçüp gidiyoruz.
«Herkese olan, size ve bana da olacaktır.»

Kısas-ı Enbiya ismiyle İslâm’ın en makbul eserlerinden birini kaleme almış olan Ahmet Cevdet Paşa’dan, üslûbunu mümkün olduğu kadar az örseliyerek aldığımız bu parçaların, ruhunu belirttiği hitabe, dünya kaldıkça kalmak değerinde…

GAFLET
Fakat insanların özürsüz gafletinden bahseden Kızıl Tüylü Devenin Süvarisini o dakikada içine almış, bu defa özürlü öyle bir gaflet vardır ki, insana gökler dolusu hüzün verse yeri… Kızıl Tüylü Devenin Süvarisi, o muazzam hitabesini verirken, kendisini dinleyenler arasında, işaret ettiği Peygamberin, Peygamberler Peygamberinin bulunduğundan gafildir. Evet, O, Allah’ın Sevgilisi, o anda dinleyiciler arasında… Kızıl Tüylü Devenin Süvarisi karşısında yer almış. Yâd oymağının yücesi Kuss bin Sâide’yi dikkatle dinliyorlar. Ve bundan,. Kızıl Tüylü Devenin Süvarisi habersiz… Allah, insanı hangi sırlara kadar eriştiriyor da, hangi sırrın esiğinde çaresiz bırakıyor?.. Kuss bin Sâide, bir müddet sonra, işaret ettiği Peygamberin davet zamanına erişemeden ölecektir. «Nasib» in en hazin cilvelerinden biri… Ve Yâd oymağının yücelerinden başka biri, Huzura çıkıp İslâmlığı kabul edecek; ve arkasından. Kızıl Tüylü Devenin Süvarisine ait bütün kabileyi imana çekecektir.
Allah’ın Sevgilisi, bu toptan akış karsısında memnun olacaklar ve soracaklardır:

— Kuss bin Sâide’yi bilen var mı aranızda?
— Elbette, ey Allah’ın Resulü, diyeceklerdir; bilmez miyiz? Biz, hep onun izinde yürüyenlerdeniz. Allah’ın Resulü buyuracaklardır:
— Onun, bir zamanlar «Suk-û Ukâz» da, bir deve üzerinde «Yaşayan ölür, ölen fenci bulur,
olacak neyse olur!» diye okuduğu bir hutbe hiç hatırımdan çıkmaz. Birçok, söz daha söylemişti. Hepsi hatırımda kalmamış olsa gerek… Ve mecliste bulunan Hazret-i Ebu Bekr atılacaktır:
— Ey Allah’ın Resulü… Ben de o gün aynı yerde hazırdım. Kuss bin Sâide’nin söylediği sözler, kelimesi kelimesine hatırımda… İzin verirsen okuyayım… Ve Ebu Bekir, Kızıl Tüylü Devenin Süvarisine ait sözleri, başından sonuna kadar ayniyle belirtecektir. Kuss’un kabilesinden biri de ayağa kalkıp Allah’ın Resulünden izin alacak ve onun şiirlerinden birkaçını okuyacak… Bu şiirlerde, Hâşim oğullarından gelecek Peygambere ait apaçık delâletler tütmekte… O zaman Kâinatın Efendisi, bu, en güzel nasib içinde en büyüğünden mahrum kalan tevhid sahibi için şöyle buyuracaklar, onun sonunu şöyle çerçeveliyeceklerdir:
— Ümit ederim ki, Allah, kıyamet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak bana gönderir.» Gerçekten, alâmetler o kadar keskinleşmiştir ki, günesin, doğmadan evvel pembe aydınlığı ufuklara binmiştir.

Murakabe Bucağı
HİRA DAĞI
Artık, Allah Sevgilisinin yasları kırkına doğru ilerlemekte… Kendilerinin; bunca tecelliye rağmen, en muazzam, kâinat çapında büyük İlâhî bir devlete namzed bulundukları hakkında hiçbir peşin fikir ve tahminleri yoktur. Nitekim büyük tecelli ve memuriyet tebliğinin tesiri, bizzat kendilerinde, hiçbir şeyle nisbet kabul etmez derecede çarpıcı bir hayret ve dehşet olacaktır. İşte, kırkıncı yaslarında ayak basacakları nübüvvet, ve İlâhî memuriyet esiğine doğru adım adım yaklaşırlar ve bazı esrarlı, hedefleri meçhul işaretlerden başka hiçbir delâlete malik bulunmazlarken Allah’ın Sevgilisinde, taşkın bir yalnızlık ihtiyacı doğdu. Mekke yakınlarında Hira dağı.. Çırılçıplak, sipsivri bir fışkırış halinde göklerin derinliğini kurcalayan dağ.. Allah’ın Sevgilisi için, nübüvvetten evvelki şahıs hayatının iştirak bucağı olarak yarattığı inviza kulesi..

Birkaç yıl sonra, Allah’tan, nebîlik fermanını telâkki edecekleri bu dağda. Kâinatın Efendisi, önlerinde hiçbir yol gösterici bulunmadan, ruhî ve manevî şahıs hayatlarını derinleştirmeye
koyuldular. Müşfik ve mübarek zevceleri Hatice’nin hazırladığı zeytin, ekmeğini alırlar, Hira dağındaki mağaraya çekilirler; bu mağara içinde, buraya değil de, ruhlarına kapanmış gibi günlerce kalırlardı.

ALİ YANLARINDA
Murakabe demlerinde yine o âfet.. Mekke’yi sık sık yoklayan kuraklık ve kıtlık… Bu defaki pek büyük oldu ve en zengin aileler bile rızk korkusuna düştü. Hele sevgili amca Ebu Talib, çoluk çocuğunu geçindirmekten âciz hale düştü. Allah’ın Sevgilisi, en zengin amcası Abbas’ın kapısını çaldı:
— Kardeşin Ebu Talib, bitiyorsun ki, kalabalık bir aile sahibi… Sofrasında bir çok el var.. Kıtlık yüzünden sofraları harap.. Gel seninle ona gidip çocuklarından birer tanesini evimize alalım… ferahlasın Ebu Talib… Gittiler ve ricalarını kabul ettirdiler. Kâinatın Efendisine, ileride damadı; neslinin yürütücüsü, peygamberlik ilmi beldesinin kapısı, manevî emanet yolunun da ikinci kutbu Ali düştü, Ali, henüz küçük bir çocuk…

HÜRRİYETİNİ İSTEYEN KÖLE
Murakabe ve derunî hayat devamda… Bu bakımdan, Kâinatın Efendisini. İlâhî memuriyetinin tebliği ânına kadar dış hayata davet edici vesileler hemen hemen mevcut değil… Ali’nin evlâtlığa kabul edilişinden sonra bu gibi vesilelerden biri de köle Zeyd’in âzad edilerek evlâtlığa alınması oldu. Hatice’nin yeğeni Hâkim, Suriye’den bazı köleler getirmişti. Kölelerden biri de, sonradan büyük bir şöhrete kavuşan ve İslâmın «İlkler» kadrosunda ışıldayan Harise oğlu Zeyd… Bu köle, yüzüne sert bakılamayacak kadar güzel ve sevimli… Bir gün Hatice, yeğeni Hâkim’i görmeğe gitti ve bir köle satın almak istediğini söyledi. Hâkim de köleleri amcasının kızı önünde topladı:
— Seç, dedi; hangisini istersen al!
Hatice Zeyd’i seçti. Kâinatın Efendisi, Zeyd’i görür görmez ona karşı ânî bir sevgiyle doldu ve kölenin kendisine verilmesini istedi. Hatice tereddütsüz, köleyi zevcine sundu. İlâhi Memuriyetin Mukaddes Namzedi de, Zeyd’e mâlik olur olmaz hemen onu âzâd ve evlâtlığa kabul etti. Haber uzaklara, çok uzaklara kadar yayıldı. Zeyd’in babası Hârise’nin kulağına vardı. Harise, âzad edilen oğlunu alıp yurduna döndürmek için Mekke’ye kadar geldi. Oğlunu buldu ve kendisiyle beraber dönmesi için onu telkin altına almaya çalıştı. Zeyd’i bu kadar seven Âlemlerin Serveri, acaba Zeyd tarafından ne kadar sevilmişti?

Zeyd, babasının peşinde tam mânasiyle hür adam olarak yurduna dönmek gibi bir kıymeti, yanında bulunduğu Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamberin huzurundaki nimete göre hiç saydı ve babasına cevap verdi:
— Ondan ayrılmaktansa senden ve yurdumdan ayrılmayı tercih ederim!
Ve Zeyd’in babası Harise, boynu bükük, oğlunun bu ulvî tercihi karşısında hiç ses çıkartmadan geriye döndü. Anne, baba, vatan ve topyekûn hüriyet sevgisini büyük aşka feda eden köle… Her Müslüman gibi, hakikatin kölesî o.. Yani tam hür…

DİPSİZLİKLER
Murakabe hep devamda… Öyle ki, Mekke’ye bir saat mesafedeki Hira dağı, artık Kâinatın Efendisine ibadet ve iştirak sediri olmuştur. Bu dağ ve oradaki mağara, sessizliğin bir mâden halinde donup bütün fezayı çınlatan bir ahenk neşrettiği yer… Burası sükût ikliminin ufku; ve fikrin, haşyet içinde baş aşağı ebediyete sarktığı pencere… İşte burada, Kâinatın Efendisi, ceddi İbrahim Peygamber’in getirdiği usul ve ölçüyle ibadet etmekte ve yalnız düşünmekte…

Ne düşündükleri, nasıl bir hiş ve fikir âhengiyle kıvrım kıvrım dipsizliğe sarktıkları üzerinde; hayal, en küçük bir gayret sarfetse kanatlarının yandığını hisseder. Ne duyduklarını ve düşündüklerini, duyamayız, düşünemeyiz; sadece, içinde sükûtun bir mâden gibi donduğu ve bütün fezayı çınlatıcı bir ahenk neşrettiği mağaraya gömülüp kendi kendimize, zayıf ve âciz, bir şeyler duymaya ve düşünmeye çalışabiliriz:

Dipsiz sema.. Orada her yıldız bir kum tanesi. Sonsuz çöl. Orada her kum tanesi bir yıldız… Çölün çarşaf gibi yayılısını birdenbire katlayan ve onu sarp iniş ve çıkışlarla âni bir bükülüş ve kıvrılışa döndüren dağ… Çölün ruh adalesi gibi kendi içinde ve kendi üstünde büklüm büklüm zirveleşen ve çukurlaşan Hira dağı…

Bu dağ, sanki bütün göklerin ve çöllerin sessizlik ve yalnızlığını huni gibi süzüp, bir köşesindeki mağaraya akıtmaktadır. Ve bu akan şey, mücerredin üstüne çıkmış bir lisan, musikinin ötesinde bir nağmedir. Zaten bu nağmenin aşkına değil midir ki, su şırıldamakta, maden çınlamakta, kamış inlemekte ve tel çığlık koparmaktadır? Bu «Allah» kelimesinin şuur üstü nağmesidir. Sevgilisinin ağzından söyleyen Allah:
Hadîs-i Kutsi meali:
«— Ben insanın en büyük sırrıyım; ve insan benim en büyük sırrım…»

Ey, her perdenin arkasında gizli ve ey her perdenin önünde aşikâr Yaratıcı! Hikmetinden ve sırlarından bir haber!.. Sessizlik ve yalnızlığın ufuk noktasında, insanoğlunun Ufku, bu murakabe ve itikâf, bu hem fikrî ve hem bedenî ibadet haline gömülü, bazen haftalarca kalıyorlardı. Artık İlâhî memuriyetin eşiğindeler. Hep, nereden, kimden ve nasıl geldiği belirsiz sesler, hitaplar, nidalar…Hiçbir madde ateşine benzemeyen, beklenmedik yerlerde ve zamanlarda fışkırıveren pırıltılar ve ışık püskürtülen… İlâhî memuriyetin gittikçe belirmeye yüz tutan delâletleri «Sadık Rüya» larla başladı. Gelmiş ve geçmiş resullerde olduğu gibi, Kâinatın Gaye-İnsanı, altı ay müddetle rüyalarında ne gördülerse ayniyle zuhuruna şahit oldular. Allah, bu sadık rüyalarla. Sevgilisini, pek kısa bir zaman sonra mübarek sırtına yükleyeceği «Resûlüllah» vazifesindeki haşyet ve heybetle alıştırmaktadır. Yaşları tam kırk…

Gökten Gelen Devlet
MELEK
Ramazanın onyedinci Pazartesi günü, Allah’ın Resulü, Hira dağındaki mağarada… Bir gece evvel rüyalarında, muazzam bir sekil, bir heybet, bir suret, bir eda, bir ışık, bir renk görmüşlerdir. Bu «kendisine sır tevdi edileni ve kendisinden ruhun bâtını mahiyeti öğrenilen mahrem ve emin kimse» mânâsına «Namus – ül – Ekber» sıfatlı Cebrail’dir. Allah’ın vahyini tebliğe memur Büyük ve Sultan Melek… Büyük ve Sultan Meleklerden bir tanesi… Bir gece evvel rüyada beliren Melek Ramazanın on yedinci Pazartesi günü, mağarada, murakabe ve ibadetin en derin ânında, Allah’ın Sevgilisine dünyâ ve madde perdesinde görünüverdi.

MÜTHİŞ AN
İnsanoğlunun ufku, madde gözüyle insanoğluna mahsus olmayan ufukların ötekindeki bu manzara karşısında ne hale gelmiştir? Birdenbire gökler bir perde gibi açılır ve arkasından sonsuzluk âleminin kadrosundan bir şahsiyet, bütün madde tezahürlerini yakıp kül edici, cisim üstü bir cisimlenişle görünüverirse insan ne hale gelir? Melek, o ânâ kadar öteler âlemini tanımayan, fakat bütün âlemlerin Tacı ve Efendisi olarak yaratılmış bulunan Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygambere aynen hitap etti.
«— İKRÂ! (OKU!)…»
Âlemlerin Fahri, dehşetler ve haşyetler içinde cevap verdi:
«— Ben okuyucu değilim. Ne okuyayım?…»
Sultan Melek ilerledi. Allah’ın Resulünü kucakladı, kuvvetle sıktı ve sonra bırakarak tekrar etti.
«— OKU!»
Ve kendisinden yine aynı cevabı aldı. Bu hal üç kere tekrarlandıktan sonra, Melek, Allah’tan aldığı ve Resulüne teslim etmeğe geldiği ilk âyeti, başından sonuna kadar okudu.

Meali:
«— OKU!… RABBİNİN İSMİYLE BAŞLIYARAK OKU!.. O RABBİNİN İSMİYLE Kİ, İNSANI UYUŞMUŞ KANDAN YARATTI. KALEM VASITASIYLE İNSANLARA İLİM VEREN, BİLMEDİĞİ ŞEYLERİ ÖĞRETEN VE YARATMAK YALNIZ KENDİSİNE MAHSUS OLAN KEREM SAHİBİ RABBİNİN İSMİYLE OKU!..»

HAŞYET
Allah’ın Resulü, dehşet ve haşyetin son basamağında, bizzat konuştuğu lisanla nazil olan âyeti, kelimesi kelimesine tekrar etti. Âyetin, Allah Resulü tarafından kelimesi kelimesine tekrarına kadar bekleyen Melek, Allah kelâmının, Allah Resulünün diline ve kalbine yerleştiğini görür görmez birdenbire kayboluverdi. Ve bu hâli, bir kursunun ciğeri delip geçmesi kadar sürdü. Kurşun ciğerden çıkıp gider gitmez tesiri başlayacaktır.

Kaad-i Beyzavî hazretlerinin tefsirine göre, insanı büyük marifete çağıran, Allah’ın vücudundan ve sonsuz kudretinden haber veren, keremini bildiren ve kuluna ilim yolunda bu keremden pay almasını ihtar eden ilk âyet, nazil oluşundaki heybetten başka, mânasiyle de o kadar haşyet vericiydi ki, melek kaybolur kaybolmaz, Allah’ın Resulü muazzam bir dehşete düştüler. Mağaradan çıktılar. Hira dağından indiler, uçan bir kuşun gölgesi gibi mesafeleri aşarak Mekke’ye girdiler. Büyük ve Temiz Hatice’nin kapsını vurdular. Meleğin kucakladığı mukaddes insan, esrarlı haline bakıp kendisine açılan sadık zevcenin kollarına atlamadan yalnız mırıldandı:
«— Beni örtünüz! Beni örtünüz!»
Sadık zevce, izinde bütün bir esrar cereyanını sürükleyen Allah’ın Sevgilisini, olup bitenlerden habersiz, hiçbir şey sormak ve anlamak cesaretini göstermeden şefkat ve itina ile yatağına yatırdı ve üstüne kalın örtüler çekerek O’nu yalnız bıraktı. Dakikalarca, İlahî haşyete bağlı mukaddes râşenin ihtizazlarını kaybeden yatak; ve nihayet bu yatakta kavuşulan rahat ve sükûnet… Kâinatın Efendisi, rahat ve sükûnete erişince yataktan kalktılar. Zevcelerini çağırdılar ve başlarından geçen hâli ânı ânına, noktası noktasına anlattılar. Henüz tam bir açıklık belirtmeyen ve ne olduğunu hissettirmeyen tecelli karşısında ilk hükümleri, rahat ve sükûnete kavuşmuş olmalarına rağmen sadece korku ve kaygı… Henüz ebedî devlet ve memuriyet, hâl ve makamı, Allah’ın Sevgilisine açıkça bildirilmemiştir.

BÜYÜK KORKU
Hitap:
«— Korkuyorum ki, Hatice, bana bir zarar gelmesin!»
Henüz hiçbir şeyden haberi olmamak şöyle dursun, haberi olmayanın halinden bile haberi olmayan Hatice’nin mukabelesi misilsiz bir kadın sezişiyle, fevkalâdenin üstünde oldu. Ulvî kadın, her haline o kadar emniyet duyduğu mukaddes zevcini, imkân bulunmayan hayali ihtimalden tenzih etti:
— Hiçbir korku ve kaygıya sebep yok. Boşuna üzülüyorsun. Allah, senin gibi bir kuluna kötülük eriştirmez. Ve başına bir örtü atarak:
— Şimdi, dedi; bu işlerden anlayan birine gidip danışacağım.
Hatice’nin bahsettiği adam, yakın akrabasından Varaka bin Nevfel… Varaka, Büyük ve Temiz Hatice’den olup bitenleri, dikkat ve ciddiyet dolu bir çehreyle dinledi… Sonra uzun uzun düşündü ve şu cevabı verdi:

— Varlığımı kudretinin elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer anlattıkların doğru ise, yâ Hatice, mübarek zevcine görünen Melek, Musa Peygambere gelen «Namus-ül Ekber» dir. Mübarek zevcin Allah’ın Peygamberidir ve İlâhî Memuriyetini almak özeredir. Kendisine haber ver; sakın ürkmesin, telaş ve korkuya düşmesin… Sabırla neticeyi beklesin ve bütün tecellilere tahammül etmeyi bilsin!. Varaka, sâf mânasiyle İsa dini üzerindedir ve büyük çapta din irfanına sahip bir insandır. Hatice, Varaka’nın yanından, bu muazzam tefsir ve teşhis altında ezilmiş, ayrıldı; ve bu yakıcı mânaların heybetinden kendinden geçmiş, evine geldi. Ne söyleyeceğini, nasıl anlatacağını, ne türlü bahsedeceğini bilemiyor. Bir gün Varaka, Allah’ın Resulü ve Kâinatın Gayesini Kabe’yi tavaf ederken buldu. Hemen yanına yaklaştı. O’nu bir kenara çekti ve fısıldadı:
— Amca kızımın zevci, mübarek insan! Hira dağındaki mağarada başından geçenleri bana olduğu gibi anlatır mısın? Allah’ın Resulü, İlâhî tevhid nimetine mâlik ve kitap ehli bu samimî adamın hatırını kıramadı; ona başından geçenleri bütün teferruatıyla anlattı. Varaka heyecanla haykırdı:
— Allah’a yemin ederim ki. sen onun Büyük Resulüsün! Ve sana görünen melek, Musa’ya gelen Cebrail’dir. İste «Cibril-i Emin» sana da nazil oluyor. şimdi kim bilir basına neler gelecek! Sana yalancı ve sahtekâr diyecekler, seni yurdundan kovmaya çalışacaklar… Peygamberlik yükü ağırdır. Kavmin seni tekzip edecek… Seninle çarpışacak ve seni öldürmeğe savaşacak… Söz yeriyorum ki. eğer Allah beni o günlere yetiştirirse senin için elimden geleni esirgemiyeceğîm. Ve tevhid ehli Varaka, insanoğlunun en büyüğüne sarıldı. Onun kudsiyet dolu alnından öptü ve yanından uzaklaştı. Varaka, başı önünde, ağır ağır gidiyor; ve O arkasından, derin bir tefekkür içinde, bakıyor. Varaka ile aralarında geçmiş konuşmadan:
— Demek beni kavmim Mekke’den çıkaracak, öyle mi?
— Evet, peygamberlik makamı kime verilmişse öz kavmi içinde ona düşmanlar türemiştir.
Peygamberlik hali budur.

Berzah
ÜÇ YIL
Korkunun daha büyüğü geldi. Birdenbire vahiylerin arası kesildi. Ne bir delâlet, ne bir işaret… Belki de ilâhî hikmet Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamberin üzerinden ilk vahiy yükünün kalkmasını gerektiriyordu. Belki de hemen ikinci bir yüke dayanamazlardı. Sır… Böyle… İlâhî hitap birdenbire kesilivermişti. Sahilsiz deniz ortasında ayağını bastığı ne bir tekne, ne bir sal, sadece meçhul bir istikamete doğru bir nur ağı içinde yol alan varlık, bu ağın ipi koyuveriliyormuş gibi olunca ne hisseder? Üç yıl vahiy gelmedi ve üç yıl berzah hayatı yaşadılar.

ISTIRAP
Teessürlerinin hayale sığmaz çapta derin olduğunu şuradan anlıyoruz ki, başvurdukları uzlet köşelerinde, dağ baslarında mağaralarda İlâhî hitabın tecellisine zemin arayıp da bulamadıkları zaman, dehşetten kendilerini kaybedecek hale geliyorlardı. Öyle ki, kendilerini dimdik bir, yardan korkunç bir uçuruma fırlatıp atmak istiyorlar; tecellilerin en parlağından sonra ondan mahrum karanlık hayatı, çekilmez ve taşınmaz bir yük görüyorlardı. Parça parça olmak, idrâk duygusundan sıyrılmak, yokluk yorganının altına çekilip saklanmak… Muhal… Allah’ın, Varlık Nuru olarak yarattığına, yokluk yol verebilir mi? Hiçbir zaman kırılmayacak ve Allah’ın eliyle muhafaza edilecek olan bu tehlike parmaklığının önünde, kaç kere oradan sarkmağa teşebbüs ettilerse, vahiy değil, fakat İlâhî ihtara nail oldular. Teşebbüsün vâki olacak gibi göründüğü nâzik anlarda daima Melek yetişti ve söyle nida etti:
— Dur! Bil ki, sen Allah’ın Resulüsün!
Böylece her defasında, varlığın bütün sırrı olan mukaddes varlıkları etrafındaki İlâhî müeyyide belli oluyor; ve Peygamberler Peygamberi, ayaklan altında çalkalanan zulmet denizinin korkunç ağzını, yalnız bir hikmet olarak müşahedeye memur bulunuyordu.

HATİCE’DE DEHŞET
Büyük ve Temiz Hatice de, kendi âleminde ve ayrı bir dehşet içinde…Kitap ehlinden birtakım din adamlarına başvuruyor ve evvelâ Cebrail’in kim olduğunu öğrenmeye bakıyor:
— Cebrail, Allah ile Peygamberleri arasında, vahye vasıta olan büyük Melek… Musa ve İsa Peygamberlere Tevrat ve İncil’i o indirdi. Birtakım hallere ait sualleri de soruyor ve su cevabı alıyor:
— Tecelli, ya Hak’tan olur, ya şeytandan… Bazen şeytan insanlara musallat olup garip işler gösterir. Haktan gelen nimet ve devlet; şeytandan gelen, kötülük ve hastalık… Mevcut olmıyan ikinci ihtimalin, gene muhal soyundan, öldürücü, hattâ ondan da beter bir istifhamı vardı:
— Yârabbi! Yoksa bütün bunlar hastalık mı?.. Bütün bu haller, yoksa çatlayan bir ruhun saçtığı alevler ve kıvılcımlar içindeki vücutsuz akislerden mi ibaret?.. Yârabbi; dünyanın bu en muvazeneli, ölçülü, faziletli ve dirayetli insanının basına bir şey gelebilir mi?.. Gelemez! Fakat bu, berzah çilesidir; gelemiyeceği nasıl bilinsin?.. Günü gelince Allah «Nun vel’ Kalem» Süresiyle Resulünün halini bildirecektir:

«— Kalem, ona yardıma vasıtalar ve bunlarla yazılan ilimler ve fenler üzerine yemin ederim ki, sen Rabbinin inayeti sayesinde bir mecnun değilsin! İnan ki, senin duraksız ve kesintisiz bir iyi şöhretin vardır. Sen, gerçekten azim bir meslek yolundasın! Cinnetin kimde olduğunu, yakın zamanda hem sen anlayacaksın, hem onlar…»

Büyük ve Temiz Hatice, ruhunun tâ derinliğinde, mukaddes zevcine ait kâmil emniyet duygusu, bütün bu sırları sahibine havale ederek bekliyor; ve kollarını bir şefkat dolağı halinde O’na, mukaddes zevcine bin bir ihtimam şekliyle sarmış, İlâhî iradeyi kolluyor.

ÖRTÜLERE BÜRÜLÜ NEBİ
Bir gün… Hira Dağı…
Dağda bir müddet kaldıktan sonra evlerine dönmek üzere hareket ediyorlar. Ne bir fısıltı, ne bir kıpırdanış… Her şey tam bir gaflet uykusunda… İnsanoğlunun Ufuk Noktası, kendi ayak sesinden başka hiç bir şey işitmiyor. Birden, yokuş aşağı inerken, bir ses işittiler. Dönüp baktılar. Kimsecikler yok… ön, arka. sağ, sol, her taraf bomboş… Son ihtimal gökler..

Başlarını kaldırıp baktılar. Müthiş… Vahiy ânında gördükleri Melek, göklerden, göklerin anlatılmaz bir derinliğinde, bir kürsü üstüne oturmuş, kendisine nazar etmekte… Göz ucuyla gördükleri bu levhaya bakamadılar. Baslarını indirdiler ve yürümek istediler. Fakat daha müthiş… Bu defa, baktıkları her noktada aynı Melek… Ürktüler, koşarcasına yürümeğe başladılar. Hızla evlerine can attılar. Büyük ve Temiz Hatice, etekleri mucize sürükleyen harikalar harikası insanı, telaşla karşıladı. Renginin ne hale geldiğini Allah’ın ilmine havale ettiğimiz dudaklar kıpırdadı ve şu kelimeler döküldü:
«— Beni örtülere bürüyün, bürüyün; üstüme soğuk su dökün!..»
Emirleri yerine getirildi. Allah’ın Sevgilisi, sadece ruh iklimlerinden gelen cumudiyeleri yakıcı ve güneşi söndürücü ayazın tesiri ile üşümekte, titremekte… Dişleri birbirine çarpıyor. İlâhî haşyet, iliklerine kadar mukaddes vücutlarına işlemiş…

TEBLİĞ
İşte o zaman vahiy yolu, bir daha kesilmemek üzere bütün azametiyle açıldı. Melek geldi ve tebliğ etti:
— Ey örtülere bürülü Nebi! Kalk, etrafını uyandır; etrafına kurtuluş yolunu göster! Rabbini büyük bil, putlara ibadeti yasak et, işini çoğalt ve kimseye minnet etme! Allah rızası için çetinliklere sabırla karşı koy!.. Kıyamet günü Sûr üflendiği zaman, münkirler için kolay değil, çok zor bir gün olacaktır.»
Üç yıl evvel gelen nebilikten sonra, işte 43 yasında. O, Allah’ın Sevgilisi ve Kâinatın Efendisi, resul olmuştur. İnsan ve cin, görünen ve görünmeyen bütün akıl sahibi mahlûklara memur buyurulmuşlardır. Âlem bütün zaman ve mekânının kurtarıcısına kavuşmuştur.