(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)
Dünyaya Geliş
O GECE
İbn-i Abbas diliyle Âmine Hatun:
«— Gebeliğimin altıncı ayı geçmişti. Bir rüya gördüm. Esrarlı bir kimse yanıma gelip dedi: «Yâ Âmine! Sen Âlemlerin Hayrına gebesin! Doğurunca ismini (M………) koy ve halini hiç kimseye açma!». Derken doğum zamanı geldi. Abdülmuttalib Kabe’yi tavafa gitmişti. Ben evde yalnızdım. Birden kulağıma müthiş bir sada çarptı. Anlatılmaz bir sesleniş… Korkudan kalakaldım. O anda bir ak kus peydahlanıp kanadıyla arkamı sığadı. İçimde korku diye bir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım. Beyaz bir kâse içinde bir şerbet uzattılar. Alıp içtim. Şerbeti içer içmez bir ışık çağlayanı içine düştüm. İşte o ân… Baktım; Abd-i Menaf kızlarına benzer bazı kadınlar etrafımı dolanıyor. Her biri hurma ağacı boylu, hurî güzeli… Hayretler içinde kaldım. «Yârab, bunlar da kim?» diye Allah’a yalvardım.» Doğmuştur. Allah’ın Sevgilisi, Kâinat’ın Efendisi, alemlere Rahmet, Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamber dünya ya gelmiştir. Bütün yaratılmışların ve yaratılacakların dünyaya gelişinden murad olan… Doğmuştur. Tarihe sorarsanız şöyle diyecektir:
— Sene 571… Nisan ayının 20 nci günü… Pazartesi oha karsı… Kameri Rebiülevvel ayının 12 nci günü. Mekke ufukları ağarırken…
ŞAHİT
O ânda Âmine Hatunun yanında bulunan ve mukaddes yavruyu alan bir kadın var: Abdurrahman İbn-Avf’ın annesi Şifa Hatun…
«— Allah’ın Resulünü, dünyaya geldiği zaman ben aldım. Ellerimin üstüne düştü. Kulağıma bir âvaze geldi: Allah’ın rahmeti sana olsun!» Baktım ki, doğudan batıya her yer nurla kaplı… Hattâ Rum illerinin saraylarını gördüm, Bu halden silkinip Allah’ın Resulünü emzirdim ve yatırdım. Yine acayip bir hale düştüm. Titremeğe başladım. Gözüm karardı. Yavrucuğu görmez oldum. Bir konuşma oldu: «Nereye gitti?» «Doğuya götürdüler!»… Bu konuşma kalbimden hiç silinmedi ve hep içimde çınladı. O güne kadar ki, O’na Peygamberlik geldiği zaman, iman edenlerin arasına hemen katılıverdim.»
O geceyi Kabe’de ve dua halinde geçiren Abdülmuttalib de bir ses duyuyor:
— Müjde ey Abdülmuttalib! Şimdi Âmine’den bir çocuk doğdu, vücudu âlemlere rahmet!.. Ve doğru Âmine’nin yanına koşuyor.
Âmine Hatun:
— Tam doğum zamanı gördüm ki, bir bayrak doğuda, bir bayrak batıda, bir bayrak ta Kabe’de.. Doğurdum… Çocuğu secdede görmiyeyim mi? Şehadet parmağı göğe doğru… O anda yavru, bembeyaz bir bulut içinde kayboldu. Bir ses çınladı: «Doğuyu ve batıyı dolaştırın, deryaları gezdirin… Ta ki, Allah’ın Resulünü ismiyle, sıfatiyle ve suretiyle bilsinler.»
İbn-i Abbas :
— Âlemlerin Fahri doğunca, bir melek gelip kulağına: «Müjde ey Allah’ın Resulü, dedi, hiçbir Peygamberin ilmi kalmadı ki, sana verilmemiş olsun… Sen onların ilimde en üstünü ve kalbde en yiğitisin!»
Âmine Hatun doğum ânında, kendisini bürüyen nur hâlesi içinde Şam beldesini gördü. Şam, Peygamberler bucağı, Resuller yolu ve kavşağı… Peygamberler Peygamberinin, dünya gözüyle, istilâsı hareketine şahit olacakları belde… Yine Peygamberler Peygamberinin, en büyük fethi Miraç’ta, ilk merhale olarak «Beyt-ül-mukaddes»ine varmakla kapısına ayak atacakları iklim… İslâm selinin, havuzunu doldurup, oradan bütün yeryüzüne kol kol dağılacağı ve dört kıtaya yayılacağı mübarek merkez… O gün Mekke’de olan sabah, ebedîdir.
DOĞAN KİM?
Hassan bin Sabit:
«— Ben sekiz yasımda var, yoktum. Medine’de sabah vakti… Sokakta deli gibi koşan bir yahudi gördüm. Yahudi koşarken çığlığı basıyordu: «Hey yahudiler, toplanın!»… Yahudiler üşüştü. Sordular: «Ne var, ne diye haykırıyorsun?»… Yahudi, gözleri fal taşı gibi açılmış soluk soluğa cevap verdi: «Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu, Ahmed bu gece dünyaya geldi!..» Herkes hayret ve dehşet içinde.»
Hazret-i Ayise:
«— Mekke yahudilerinden biri, Allah’ın Resulünün doğdukları gecenin sabahı, Kureyş büyüklerinin bulunduğu yere geldi ve sordular: «Bu gece aranızdan birinin bir erkek çocuğu dünyaya geldi mi?» dediler: «Haberimiz yok!»… Dedi: «Hemen gidin ve soruşturun! Bu gece doğan bir oğlancık var…… Sırtında alâmeti olacak.» Soruşturdular ve o gece Abdullah’ın bir oğlu olduğunu haber aldılar. Sırtında da nisan… Çocuğu yüzükoyun çevirdiler. Yahudiye gösterdiler. Yahudi, Peygamberlik nisanını görünce, elleri bir seyi sıkmak, boğmak İşter gibi ileriye uzandı ve gözlerine sanki perde indi. Haykırdı: «Eyvah! Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti.» Sonra Kureyş büyüklerine hitap etti: «Size öyle bir devlet geliyor ki, günesin doğduğu yerden battığı yere kadar zemini bütün yeryüzünü kaplıyacak!»… O devirde yahudiler arasında derin ilim sahipleri vardı. Kitaplarında da, Allah Resulünün geleceğine dair gizli haberler… Abdülmuttalib, Nurun aslî sahibi Nur torununun sevinciyle âdeta uçtu. Kasideler söyledi ve Kureyşlilere büyük bir ziyafet çekti.
Sordular:
— Bu ziyafete vesile olan çocuğa ne isim verdin?
— Muhammed…
— Böyle cedlerinde olmayan bir ismi vermekten muradın ne?
— Muradım şu ki, O’nu yerde halk ve ulvîlikler âleminde Hak, pek çok övsün…
Mukaddes isim «Pek çok hamd-ü-senâ olunmuş kimse» mânâsına…
Nur yumağı yavru.. Göbeği hilkatten kesilmiş ve hilkatten sünnetli… Âdem, Şit, İdris, Nuh, Lût, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya ve Hûd Peygamberlerden sonra yaradılıştan sünnetli Peygamber… Ve sırtında Nebîlik Mührü…
ÖBÜR HARİKALAR
İran’da, kisrâların sarayında on iki burç… Birdenbire gürül gürül çöküyor. Taberiye gölü… Akıl oynatıcı sarsıntılarla yerin dibine geçiyor. Atese tapanların bin yıldır yanan ocakları… Sönüveriyor. Mukaddes yavrunun dünyaya geldiği demde bütün bunlar… Kisrâların sarayında on iki burç mu çöktü? Zira İslâmiyetin karsısında dikilen Kisrâlar İmparatorluğu, on iki sultan daha verdikten sonra, imân seli önünde yıkılıp gidecek… Ve yine o demde Kabe’nin bütün putları yüzüstü. Ve İranlıların dinî reislerinden biri su rüyayı gördü: Bir sürü azgın deve bir alay cins Arap atiyle beraber, Dicle suyunu geçip Fars illerine dalmış… Fars illerinde bunca alâmet ve bu rüya?.. Bütün bunları Şam’da, yüz yasını askın, kemiksiz arka üstü yatan, bir yere götürüleceği vakit bohça gibi katlanan, hilkat ucubesi bir kâhine tâbir ettirdiler. Kâhin:
— O dem ki «Tilâvet» çoğalır ve «Sahib-i Herâve» zuhur eder… Diye söze başladı ve bütün alâmetleri saydı. Kisrâlardan artık yalnız on iki sultan beklemek gerektiğini söyledi. Ve son demini yasadığı için:
— Ve olacak olan olur! Deyip öldü…
Nur’un Âmine’nin rahminde karar kıldığı ve yerlerde ve göklerde nida olunduğu gece bir hitap vardır:
«— Ne güze! hâl oldu Âmine’ye; ondan sonra her şey ne güzel oldu!» .
Allah Resûlü’nün ana rahmine intikal ettiği mevsim, görülmemiş bir feyz ve bereket yılıdır. Kıtlık
içinde çırpınan Kureyş ve Arap kabileleri, hazinelerini doldurdular ve o yıla «Senetü’l-feth-ü-vel ibtihaç» fetih ve iftihar yılı adını koydular. Dünyaya varlığın mânâsı gelmişti.
Nur Çocuk
ETRAFINDAKİ ALÂKA
Hazret-i Abbas:
«Ben Allah Resulünün doğduğu zamanı hatırlıyorum. Üç yasındaydım. O’nu getirdiler. Yüzüne bakıp duruyordum. Kadınlar bana: «Kardeşini öp!» Dediler. Ben de öptüm.» Hazret-i Abbas amcalardan biri ve ileride hidâyet yolcusu… Allah Resulünün yine amcalarından ve İslâmiyetin ileride en azılı düşmanlarından Ebu Leheb; nesep yönünden Nur koluna bitişik olduğu hâlde ondan mahrum… Bu saldırgan küfür timsâli, Nur Çocuğun doğum müjdesini aile adına ilk alanlardan… Cariyesi, Ebu Leheb’e koşuyor ve haykırıyor:
— Müjde yâ Ebu Leheb! Kardeşin Abdullah’ın Âmine’den bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Bir yeğenin oldu! Sadece aristokrat damarının gururla kabarması yüzünden sevinen ve coşan Ebu Leheb, müjdeci cariyeyi azâd ediyor. Aradan yıllar ve çığırlar geçecek. Peygamber amcası Ebu Leheb, yeğeninin dünyaya gelişinde gösterdiği sevince rağmen, O’nun dâvasına en büyük düşman kesilecek, dipsiz küfür ummanı içinde kaynayıp gidecek ve ölümünden sonra bir gün müminlerin gözüne rüyada görünüp:
— Ah, diyecektir; Cehennemdeyim, Cehennemdeyim ve âzab içindeyim. Ancak Pazartesi geceleri
azabım hafifliyor. O zaman parmaklarımı emiyorum ve uçlarından çıkan suyu içiyorum. Zira Pazartesi günü, Allah Resulünün doğduğunu haber veren cariyeyi azâd etmiştim. Bu hareketimin yüzü suyu hürmetine Pazartesileri hafifliyorum. Nur Çocuğu ilk emzirenlerden birisi de, İşte Ebu Leheb’in azâdlı cariyesi… O zaman bâdiyede yaşıyan kabilelerin yeni anne olmuş kadınları, şehre inerler ve yüksek ailelerin çocuklarını alıp badiyeye götürürler, onlara süt ninelik ederler, bakarlardı. Nur Çocuğun süt ninesi Halime Hatun…
Halime Hatun:
«— Benî Saad kabilesinden birçok kadın, Mekke’ye geldik. Mekke büyüklerinin emzirilecek çocuklarını alıp yetiştirelim diye… Benimle gelen kadınların hepsine Allah’ın Resulünü sundular. Öksüz diye kimse kabul etmedi. Kadınlardan her biri kısmetini buldu, gitti. Elleri bos, bir ben kaldım. Zevcime dedim ki: «Ellerim bos dönmek bana girân geliyor. Ben de yetimi alsam bari!» Çocuğu almaya gittim. Mübarek vücudunu bir yeşil ipeğe sarmışlar, üstüne de beyaz bir sof dolamışlar. Beyaz saf sütten ak ve misk kokulu… Allah’ın Resulü arka üstü yatmış, mısıl mışıl uyuyor. O kadar güzeldi’-ki, yüzüne dalıp kaldım ve uyandırmağa kıyamadım. Elimi göğsünün üstüne koydum. Gözlerini açtı, yüzüme baktı ve gülümsedi. Sanki gözlerinden, gökleri tutan bir aydınlık fışkırdı. İki gözünün arasından öptüm. Sağ mememi verdim, aldı. Dilediği kadar süt emdi. Derken sol mememi verdim, almadı. Ondan sonra hiçbir defa sol memeden süt emmedi. Hep sağ, daima sağ…»
BADİYE
Halime, Nur Çocuğu alıp, bâdiyede Benî Saad kabilesinin çevresine götürdü. O, aralarına girer girmez her şey değişik… Sanki gökten nimet yağmakta ve yerden feyz bitmekte… Bu çocuk bütün bir esrar yuvası…
Halime:
«— İşe yaramaz, cansız bir merkebimiz vardı. Sütsüz ve kavruk, bir de dişi devemiz.. Allah’ın Resulü aramıza girince devenin memeleri süt doldu. Sağa sağa bitiremez olduk. Kocam hayretler içinde: «Halime, diyordu; getirdiğin yetim ne uğurluymuş! İçimize girer girmez bereket yağmaya başladı.» Kocam haklıydı. Tez zamanda davarlarımız türedi, bolluk bizi her yandan kuşattı.» Öyle ki, Halime Hatun, Nur Çocuğu önüne alıp cansız merkebe bindiği zaman o bitik hayvan bile hayata geliyor ve yanı sıra gelenler ona ayak uyduramaz oluyor. Bütün Benî Saad kabilesi bu harika karsısında hayran… Kabile bir kıtlık denizinde çırpınırken Halime’nin evi ve otlağı, tılsımlı bir ada… Etrafındakiler, süt vermeyen koyunlarını Halime’nin otlağına gönderiyorlar, fakat hiçbir fayda elde edemiyorlar. Benî Saad kabilesi hayran… Nur Çocuk memeden kesilmiş, yürümekte.. Memeden kesilişi de bir harika… Tekbir getiriyor ve Allah’a hamd ediyor. En küçük çağlarda bile hususî bir hâl… Esrarlı bir ciddiyet, ağır başlılık, durgunluk, O’nu hâlelemis…
Halime:
«— Civarımızdaki oğlancıklar oyun oynarlar fakat O, aralarına katılmazdı. Bir kenarda durur, onları gülümsiyerek seyrederdi.»
İbn-i Abbas:
«— Halime Hatun Allah’ın Resulüne tutkundu O’nu yanından hiç ayırmaz, O’nun uzaklara gitmesini istemezdi. Bir gün daldı, ilgilenmedi: Allah’ın Resulü de süt kardeşi Şeyma ile öğle sıcağında kırlara, kuzuların arasına gittiler. Halime Hatun kendisine gelince, Allah’ın Resulünün uzaklara gittiğini anladı. Hemen fırlayıp araştırmaya başladı ve onları kırlarda buldu. Kızını payladı: «Niçin başınızı alıp uzaklaştınız, bu sıcakta kırlara çıktınız? Ya size güneş çarpsaydı?..» Şeyma «Anne, diye cevap verdi; kardeşime güneş dokunmuyor. Nereye gitsek basımızın üstünde bir bulut; bizimle beraber geliyor. Durduğumuz yerde duruyor, yürüdüğümüz kadar yürüyor. Onun gölgesi altında dolaştık.»
YARILAN GÖĞÜS VE YIKANAN KALB
Bizzat kendileri:
«— Küçük bir çocuktum. Bir gün, akranım olan çocuklarla bir derenin içindeydik. Birden, yanımda üç şahıs peydahlandı. Ellerinde bir altın leğen vardı. Leğenin içi karla dopdoluydu. Ellerini uzattılar ve beni çocukların içinden çekip aldılar. Çocuklar onları görünce korkudan kaçıştı. Şahıslardan biri beni yatırdı. Karnımı yardılar. Ben yalnız seyrediyordum. Karnımdan çıkardıkları uzuvları leğende ve karda yıkadılar, sonra yerine koydular. Biri de gelip göğsümü yardı, kalbimi çıkarıp eline aldı şakketti, içinden birkaç damla uyuşmuş kan çıkarıp attı. Derken sağ ve sol yanımda bir şeyler olur gibi oldu. Baktım ki, o sahsın elinde nurdan bir mühür… Gören hayran olurdu. Onunla kalbimi mühürledi. Sonra yüreğimi yerine koydular. Yardıkları yerleri elleriyle sığadılar ve beni okşayarak ayağa kaldırdılar.»
ibn-i Abbas:
«— Halime anlatır: «Çocuğum ağlayarak ve çığlık basarak geldi. Yetişin, diye bağırdı; birtakım adamlar gelip Muhammed’i aramızdan kaptı, bir sırtın üzerine çıkardılar, orada yere yatırıp karnını yardılar!»…
Derin ve gerçek mümin için usul:
O’ndan ve sahabîlerinden, emin el ve dille ne geliyorsa doğrudur. Gözümün gördüğü, elimin tuttuğu, kulağımın işittiği, burnumun kokladığı ve dilimin tattığı şeylerden hiçbirine, bunların hiçbir kontrolüne inanmayabilirim de yalnız O’na inanırım. Nur Çocuk beş altı yasına girinceye kadar, önünde dipsiz sahra, basında dipsiz gök; ve kulaklarında, bâdiyede büsbütün berraklaşan ve derinleşen, ilâhî hikmetlerle kıvrım kıvrım, o dipsiz Arapça… Nur Çocuğu hâleleyen harikuladeliklerden ürktüler ve O’nu annesine teslim ettiler.
AZİZ ANNE
Aziz Anne, annelerin en azizi Hazret-i Âmine, Nur Çocuk beş-altı yaşlarındayken dünyaya veda etti. «Nur Çocuğu yanına katmış Medine’ye dayılarını ziyarete gitmişti. Dönüşte yolda hastalandı ve babadan öksüz çocuğu anneden de yetim bıraktı. Allah Resulünün anneden ve babadan öksüz kalışlarındaki hikmeti, Cafer-i Sadık Hazretleri belirtiyor:
«— Üzerinde hiçbir kul hakkı kalmasın diye böyle oldu.»
Âlemde hiçbir genç annenin ölümü, Âmine Hatun’un ki kadar hisli değildir. Mekke’ye dönerken o kadar fenalaştı ki, yola devam edemez oldu ve oracıkta ölüm döşeğine uzandı. Şefkat ve rikkat dolu gözlerini kâinatın özü, mukaddes oğlunun nur merkezi güzel yüzüne dikmiş, oradan hiç ayırmaksızın ruhunu teslim etti. Mukaddes evlât, ruhunu teslim etmek ve kendisini iki taraflı öksüz bırakmak üzere bulunan Hazret-i Âmine’nin başında telaş ve ıstırapla dolanırken, aziz anne, yaslı gözleri daima Âlemlerin Nurunda, su mısraları okuyordu:
«Rüyalarda gördüğüm gerçek… «Oğlum, sen insanlığa gönderilecek Peygambersin! «Helâl ve haram bildirmeğe ve ceddin İbrahim’in dini islâmlığı ihyaya memursun! Çünkü Allah İbrahim gibi, seni de, Putlara ve puta tapanlara uymaktan korudu.»
Aziz Anne. ruhunu teslim etmeden su mısraları da söyledi:
«Her diri ölür,
«Her diri ölür,
«Her yeni eskir,
«Her yaslı göçer,
«Ben de öleceğim;
«Fakat senin gibi temiz bir vekil bırakacağım için,
«Adım asla ölmeyecek…» “
Ve Aziz Anne, mukaddes çocuğun gözü önünde, sakin ve müsterih, yanaklarında göz yaslarından izler, ölüm uykusuna daldı. İleride büyük dâva yolunda Medine’ye hicretlerinde, Allah’ın Sevgilisi, bu ilk gidişlerini hatırlayacak ve buyuracaklardır:
— İşte şu eve konmuştuk; bu böyle, şu şöyle olmuştu.
İKİNCİ ANNE
O günden sonra, Allah’ın Resulüne bakacak olan câriye Ümm-ü Eymen de Medine seyahatinde beraberdi. Nur çocuğu alıp Mekke’ye döndürdü ve Abdülmuttalib’e teslim etti. Annelik, dadılık, yetiştiricilik ve Nur Çocuk üstünde tiril tiril titreyen bir kalb, hepsi Ümm-ü Eymen’de… Abdülmuttalib’den, çocuğa bakma emrini aldıktan sonra, Ümm-ü Eymen böyle oldu. Kâinatın Efendisi, Ümm-ü Eymen’e, ileride şöyle hitap edeceklerdir:
«— Annemden sonra annem sensin!»
Artık Nur Çocuk ayağını nereye basarsa, Ümm-ü Eymen’in yumuşak elleri var… orada Sevgili Amca
BÜYÜK BABANIN VEFATI
Kâinatın Efendisi sekiz yasındayken de büyük baba Abdülmuttalib vefat etti. Büyük baba, ruhunu teslim ederken, oğullarından Ebu Talib’e vasiyet etti:
— Abdullah’ın oğlunu sana emanet ediyorum. İyi bak ve üstüne titre!
Abdullah ile Ebu Talib, anne ve baba bir kardeş… Sevgili amca.. Ecel yolunda bir ân torununun yüzünü ve gözünü öpen, yanaklarını koklayan Abdülmuttalib’in bir sözü:
— Ben âlemde bundan güzel bir yüz ve bundan güzel bir koku nedir, bilmiyorum. Kelâm kahramanı ve fasahat sultanı Arabın, bu ruhî müessiseye verdiği kıymete bakın ki, Abdülmuttalib ölüm döşeğinde, kızlarını yanma çağırdı ve sordu:
— Ölümümden sonra okuyacağınız mersiyeleri merak ediyorum. Acaba nasıl şeyler? Okuyun bakalım, ölmeden dinlemiş olayım! Kızlar, tam altı kız, Allah Resulünün halaları; asalet çevresi ve fasahat yatağı Kureyş’in namlı kadın sairlerinden altı kız, sırasıyla, mersiyeleri dinliye dinliye, bir ahenk dalgalanışı içinde mesut, gözlerini yumdu. ölüm anında, hem ölmek üzere bulunan, hem de onun basında toplananlar hesabına, kelâm harikasından büyük bir oluş kabul etmeyişleri?.. Ne ulvî bir sahne! Abdülmuttalib’in ölümünde Mekke tek bir ev.. Cenaze de İşte bu tek eve ait.. Mekke halkiyle Abdülmuttalib’in ailesi arasında her ferd, matemden müsavi paylar almıştı. Mekke’de çarsı ve Pazar birkaç gün kapalı kaldı, âdeta hayat durdu. Cenazeyi götürürken, mahzun ve mustarip yürüyen, gözyaşı döken kalabalıklar arasında, müstesna bir manzara… Tabutun hemen peşi sıra, masum ve mütevekkil, bası göğsünde ve gözleri ayaklarında, yavaş yavaş adım atan, anne, baba ve büyük baba yetimi Nur Çocuk.. Sonsuzluk hedefini görmeğe ve göstermeğe memur gözlerinde, tek damlasına kâinatın feda olacağı gözyaşı pırıltılarıyla büyük babasının tabutunu teşyi ediyor.
EBU TALİB
Artık Nur Çocuk, Ebu Talib’in damı altında… Mekke’de kıtlık… Her taraf kavruluyor; ve kum taneleri, küçük haşereler gibi ağızlarını açmış ve sapsarı dillerini çıkarmış; göklerden bir damla su dileniyor. Kaynasan kaynasana… Yağmur istemek ve lûtfuna sığınmak üzere bir sürü put ismi sayıyorlar. Kalabalık arasında selim akıl çizgili bir yüz, Ebu Talib’i hatırlatıyor:
— Aramızda İbrahim Peygamber sülâlesinden insanlar varken, başka vasıta aramak niye?.
— Haydi, diyorlar. Ebu Talib’e gidelim, bu derde o çare bulabilir.
Gidiyorlar. Ebu Talib, dertlerini dinledikten sonra, sağ elinde fevkalâde güzel bir çocuk, evinden çıkıyor;
Kabe’ye doğru yürüyor, sırtını Kabe duvarına dayıyor ve duruyor. Bütün gözler Ebu Talib ve yanındaki güzel çocukta… Bulutsuz gök, fıkırdayan güneş… Parmağını kaldıran güzel çocuk, göğe doğru kalkan minicik Şehadet parmağı; ve her tarafa üşüşen bulutlar ve yağmaya başlayan rahmet… Bütün gözler Ebu Talib ve yanındaki güzel çocukta. Gökleri gösteren minicik Şehadet parmağı.. İleride, çok ileride Allah’ın Sevgilisi’ne nebîlik ve resullük geldikten sonra, Ebu Talib, Kureyşlilerin cevr ve cefasına karsı siper alarak Kurtarıcılar Kurtarıcısını kurtarmaya ve korumaya çalışırken, bugünleri hatırlayıp bir (Lâmiye) kasidesi söyleyecek ve bu kasidede diyecektir ki:
«Bir kavmin reisini bırakması?
«Sadece vazifesini yerine getiren, ¦
«Sözü ve sohbeti mükemmel,
«Gayret ve faaliyet sahibi,
«Reisini bırakması?..
«Huzuriyle semâdan yağmur istenen,
«Öksüzlerin sığınağı,
«Zaitlerin kucağı,
«Asîl reisini bırakması?
«Böyle şey olur mu hiç?
«O ki, Hâşim oğulları gibi
«Bir soyun bütün düşkünleri
«Kendisine iltica eder..
«Neticede onlar da kendisinin
«İhsan gölgesi altındadırlar.
«Böyle bir reisi bırakmak?
«Hiç olur is mi bu?..»
Sonuna kadar açığa hiçbir şey vurmamış olmasına rağmen, Ebu Talib’in, bu kasidedeki delâletlere göre, İslâmiyetini kabul edenler vardır. Fakat heyhat… Ebu Talib, sadece yeğenini sevendir; O’nu bütün mânasiyle kabul eden değil… Ebu Talib, yeğenine, en küçük soluğun bile örseleyeceğinden korktuğu nadide bir filiz itinası göstermekte devam etti. Peygamberler Peygamberinin amcası ve şanlı büyük baba Abdülmuttalib gibi bir şahsiyetin oğlu Ebu Talib, akıl, dirayet, metanet sahibi, cömert ve zengin ruhlu bir zat amma, sırtında kalabalık bir aile yükü taşıyan fakir bir insan… Sofrasında yemek yiyenlerin sayısı pek çok… Gün olurdu ki, ortaya konan yemek sofradakilere yetmez, sofradan aç kalkılırdı. Nur Çocuk bu sofranın aslî âzası arasına girdikten sonra, müthiş bir tecelli başladı. O’nun sofrada bulunduğu her defa, herkes tok kalkıyor, bulunmadığı her zaman da yemek yetişmiyordu. Ebu Talib, nihayet bu esrarlı hale dikkat etti ve tepeden tırnağa haşyetle sarsıldı. Gitgide Ebu Talib dikkatini o kadar arttırdı ki, yemeğe oturulduğu ve yemek ortaya konulduğu zaman, eğer Nur Çocuk henüz sofrada mevkiini almamış bulunuyorsa şöyle hitap etmeyi âdet edindi:
— Durunuz, yemeğe başlamayınız! Oğlum gelsin de öyle başlayalım!
Evde süt içilirken bu hikmet büsbütün belli oluyordu. Dikkat ve tedbirleri de ona göre… Süt kabını evvelâ Nur Çocuğa veriyorlar. Kâinatın Efendisi birkaç yudum içtikten sonra geri kalanını kendileri içiyor, teker teker süt kabını ağızdan ağıza gezdiriyorlar ve sütün herkese birden yettiğine hayretle şahit oluyorlardı. Uzaklarda bir adam var… Bu adam, insan tavır ve şekillerinden mânâlar çıkaran bir ilim sahibi… Ara sıra Mekke’ye geldiği vakit Kureyş büyüklerinden bir çok kimse, çocuklarını ona gösterir, çocuklarının belirttikleri mana ve istikbâl bakımından bilgi edinmek isterlerdi. Bu adam da, çocukları şöyle önüne dizer, uzun uzun yüzlerini, tavırlarını ve hallerini inceler:
—Şu şöyle, bu böyle!
Diye bir takım haberler verirdi. Adam, Nur Çocuğun Ebu Talib himayesine geçtiği ve onun sahabeti altında yaşamağa başladığı sıralarda yine Mekke’ye geldi. Adamın etrafına üşüşen üşüsene… Ebu Talib de, yanına Nur Çocuğu alarak kalabalığın arasına girdi. Mahut adam, Nur Çocuğa kısa bir göz attı. Fakat o sırada başkaları ile meşgul olduğu için nazarlarını hemen çekmeğe mecbur oldu. Bir müddet sonra adamın işi bitti. Adam, başını çehreler üzerinde gezdirerek bir hayli arandı ve nihayet bağırdı:
— Bana hemen deminki çocuğu getiriniz! Şu yüzünü bir ân görebildiğim çocuğu… Allah bilir ki, onun pek esrarlı ve acaip bir şanı var! Ebu Talib, kalabalığın içinde, adamın bu kadar ısrarını görünce kuşkulandı. Nur Çocuğu göstermek niyetinden vazgeçti ve O’nu kucakladığı gibi oradan kaçırdı. Adamın sözleri kulaklarında çınlıyor:
— Allah bilir ki, onun pek esrarlı ve acayip bir şânı var!
Güler yüzlü, tatlı, fakat daima mahzun, düşünceli, bütün yaramazlıklara yabancı, havailiklere uzak, Nur Çocuk; Ebu Talib’in himayesi altında delikanlılığa doğru uzanıyor. Yaşı on iki, on üç… Ebu Talib’in işi, bütün Kureyş büyükleri gibi ticaret… Bu münasebetle arada bir seyahate çıktığı oluyor. Nihayet bir gün…