HATİCE’NİN SEVGİSİ

(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)

Büyük ve Temiz Hatice
İZDİVAÇ VE ÇOCUKLAR

Teklif:
— Beni alsın!.. Alır mı?..

Allah’ın Sevgilisi vaziyeti amcalarına açtılar. Ebu Talib sordu: .
— Alır mısın?..
Vekâr, hüzün, fikir ve güzellik timsali:
— Evet… Buyurdular.

Amcalarından Ebu Talib ve Hamza, Hatice’nin amcasına gittiler. Ebu Talib, ondan Hatice’yi. İnsanlığın Tacına nikahlamak için resmen istedi. Hatice’nin amcası da bu teklifi kabul etti. Ebu Talibin malından yirmi genç dişi deve mihir biçildi. Karşılıklı olarak amcalar tarafından Arap âdetine uygun olarak belagatli birer hitabe okundu. Hatice, hazır ve davetli bulunan kabile büyüklerine muhteşem bir ziyafet çekti ve evliler aynı gece zifafa girdiler. Ebu Talib’in hutbesinden:
«— Şükür Allah’a ki, bizi İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Mead’ın aslından ve Mudar’ın unsurundan yarattı: Mükerrem Evin bekçisi ve insanların reisi kıldı. Kardeşimin oğlu Muhammed Bin-i Abdullah ile Kureyş’ten hangi genç tartılacak olsa, hasep ve nesepçe, akıl ve faziletçe O, hepsinden ağır basar. Malı ve parası yoksa da, buna bakılmaz. Mal ve para, gelip geçici bir gölge…»
Karşı tarafın hutbesinden:
«— Allah’a şükür ki, bizi bildirdiği gibi yarattı. Kimse sizin fazlınızı inkâr, hayır ve şerefinizi görmemezlik etmez. Biz de sizinle yakınlık kurmaya istekliyiz. Ey cemaat, şahit olun: Ben
Muhammed Bin-i Abdullah’ı Hatice Bint-i Hüveylid’e nikâh ettim!»

İlk izdivaç ve ilk zevce…
İbrahim’den başka, Allah Resulünün bütün çocukları Hatice’den..
Kaasım, Zeynep, Ümm-ü Kelsün, Rukiye. Fâtıma..
İlk çocukları Kasım… Kızlardan da Zeynep, sonra
Rukiye. daha sonra Ümm-ü Kelsüm, ve en sonra Fâtıma.. Bir de Tayytb ve Tahir lâkablı Abdullah var…

Erkek evlâtların hepsi, en küçük çağlarda vefat etti. Yalnız kızlar muammer oldu ve islâmiyeti idrâk ettiler. Böylece Allah Resulünün çocukları, Mısır Sultanı tarafından hediye edilen Mâriye isimli cariyeden İbrahim müstesna, Büyük ve Temiz Hatice’den geliyor. Varlığın Nur’u olarak yaratılan Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamberin Mukaddes nesli de, bu çocuklar arasında Beyt Ehli’nin, Peygamber Evinin en yakınlarından ve Sahabî’lerin en büyüklerinden Alinin zevcesi, dünyanın en ince ve duygulu kadını Fâtıma’dan gelecektir. Hatice’nin cehalet zamanında adi Tâhire… Temiz..

Zerrâreoğlu isminde birinin zevcesiydi. Bir kere daha evlendi ve yine dul kaldı. Yası kırk… Allah’ın Sevgilisi İse yirmi besinde… Kırk yaşındayken, yirmi beş yasında, madde ve mânâda kâinatın en güzel erkeğine zevce olmak saadetine eren bu kadınlık ufku, teker kelimeyle «Büyük» ve «Temiz» in, Allah’ın emriyle kadın şeklinde çizgilendirilmiş abidesidir. Misilsiz bir şefkat, tatlılık ve yumuşaklık; görülmemiş bir kadın sezisi, ruhî zenginlik, incelik idrâki… Hatice, bütün vücut hikmeti ve hilkat sırriyle mûcerred kadının, mücerred erkeğe bağlılığı mevzuunda, nihaî kabiliyet ve liyakat… O; erkeği sevsin ve bu mecazî sevgiden hakikî sevgi olan Allah askına bir köprü bulsun diye yaratılan kadının Erkek için de ayni şey bütün kabiliyet ve liyakatiyle Âlemlerin Efendisini sevdi.

Hatice, ferdiyetini, sevdiği insanın şahsiyet ve ferdiyeti içinde eritip kaybetti. Artık kendisi için fikir, su veya bu mantık ve usûlle muayene ve mütalâa edilecek bir şey değil, sadece O’ nun fikri… Arzu O’ nun arzusu, irâde O’nun irâdesi… İşte ask; zapt ve fethedici. insanı öz hüviyetinden sıyırıcı ve kendinde kutuplandıncı ask budur. Ve gerçek sevgi, bu kudret ve hikmete ulaşmadıkça mevcut değildir. Hatice O’nu sevdi ve bu sevgide Allah sevgisine geçit buldu. Zaten O, Allah sevgisinin kapısı… O’nu seven, Allah’ı da sever.

DAİMA YOL VE FİKİR
Seyahatlar devamda… Hatice, her seyahatten dönüsünde zevcine bir deve hediye etmekte… Bu seyahatlar mukaddes genç adamın İlâhî irfanında en ince nakısları çizgilendirir. Her biri, uzun tefekkür ve nefs murakabesi dehlizi hâlinde uzun yollar… Semavî memuriyetinden sonra Allah’ın Resulünü, Arabistan’nın her istikametinden gelen hey’etler ziyaret ettiği vakit. Bahreyn’den gelen Abdülkays Hey’etine, Peygamberler Peygamberi, memleketlerine dair fevkalâde hususî sualler soracaktır. O zaman hey’et, Allah Resulünün bu ince bilgisi karsısında hayrete düşecek ve anlamak isteyecektir:

— Sen, ey Allah’ın Resulü, bizim memleketimizi bizden iyi biliyorsun! Nasıl oluyor?
Buyuracaklardır:
— Ben sizin memleketinizde, bir zamanlar, enine boyuna seyahatlerde bulundum.
Yemen ile Suriye arasında, Mekke noktasından, mübarek ayakları ile, nice yol çizgileri çektiler. Bu yollarda, gittikçe derinleşen büyük düşünce; kâinat muhasebesi… Mevsimler geçti; ve kim bilir zaman ve mekân boyunca ne kadar hareket gösterip hep cihanın Allah Resulüne nail olacağı âna tırmanan güneş, bu defa O’nun İlâhî memuriyeti telâkki edeceği günlere doğru, hep aynı noktadan doğup aynı noktadan battı ve hiç usanç getirmeden sadakatle zaman ve mekânı saydı. Âlemlerin Efendisi ise, mukaddes baslarının üstünde doğup batan güneşlerin altında, hep devamlı düşünce ve murakabe içinde yol almakta devam ettiler. Eşya ve hâdiselerin en mücerredinden en müsahhasına kadar her şeyi düşünüyor; ve her oluşun bağlı olduğu sebeplerin sebebini ruhlarında soruşturuyorlar:

«— Yarabbi, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!»

Kanayan insan kafalarından hiç biri, bu hadîsteki irtifaın eteklerine bile ulaşabilmiş değil; Yolda, sokakta, yattıkları ve oturdukları yerde hep düşündüler.

EĞER YAŞASAYDILAR
Biliyoruz ki, ilk erkek çocukları Kasım ve ondan sonra hepsi; en küçük yasta öldüler. Âlemlerin Efendisi, böyle en küçük yasta vefat eden ve muammer olamıyan erkek çocuklardan biri hakkında buyurmuşlardır ki:

«— Eğer yasasaydı nebî olması lâzım gelirdi; benden sonra nebî olamıyacağına göre, yasayamazdı.»
Bu ince izahta, erkek çocuklarının muammer olamayısındaki sır açık… Güneşin karşısında ancak kamer vücut bulabilir; başka bir güneş değil… ileride O’nu hor göstermeye yeltenecek olan küfür, işte bu «erkek evlâdı yasamayan ve nesli kesîk» mânâsına Kâinatın Efendisini «Ebter» diye anacaktır. Fakat Allah cevap verecektir:

«— ASIL SANA EBTER DİYENLERDİR Kİ, EBTER OLACAK…»

Öyle; O’nun nesli, amcasının oğlu Hazret-i Ali ve kızı Fâtıma vasıtasiyle genişleyecek, genişleyecek, kol kol cihana yayılacak ve yeryüzünün en sanlı madde ve mânâ prenslerini yetiştirecektir. Bir «Seyyid» Bühara’da, bir «Seyyid» Cava adasında, bir «Seyyid» İspanya’da ve daha nerelerde ve nerelerde? Arap an’anesince, ilk çocukları Kaasım’ın ismiyle «Eb-ül-Kaasım» diye lâkablandırılan Kâinatın Efendisi kerimeleri ve amcalarının oğlu vasıtasiyle öyle bir nesil bıraktılar ki, Kerbelâ vak’asında neredeyse kopacak, kesilecek hâle gelen bu nesil, ondan sonra şube şube yayıldı, millet millet deri ve lisan değiştirdi, kalıptan kalıba girdi; fakat daima taşıdığı tek ve sabit Peygamber zerresi sayesinde, ilâhî cezbenin nur oluklarını bütün yeryüzüne döşemekte devam etti.

Arap seyyidler, İranlı seyyidler, Türk seyyidler, Küıt seyyidler filân, falan… Allah’ın dediği oldu ve âlemde hiçbir nesil O’nunki kadar, yayılmadı ve gayesine destek olamadı. O’nun manevî ihata çerçevesine gelince; Âdem Peygamber’den son adama kadar içine giren ve girmeyeniyle bütün insanlık kadrosu… İnsanlık O’nun ümmeti; gireni ve girmeyeniyle… Asıl ümmet, girenler… İnsanlığın Tacı otuz beş yaşlarındadır.

Aşk
HATİCE’NİN SEVGİSİ
Evet; mecazî askla İlâhî Ask arasında kıl kadar fark bırakan ufuk noktasında, Allah’ın mucizesi olarak her iki askı da bir araya getirmiş en keskin sevgi humması, zaman ve mekân boyunca yalnız Hatice’min bası üstünde tüttü. Evet: her defa biri öbürünü karartan mecazî aşkla ilâhî aşktan hiç birini örselemeyici bir mucize içinde, Hatice, Âlemlerin Efendisini, topyekûn kadınlığın topyekûn erkekliğe olan sevgisinden daha büyük bir askla sevdi. Ne güzel muvazene! Zira O, zaten topyekûn erkekliğin bizzat hülâsası; ve zira O, kulda bittikten ve kulu bitirdikten sonra Allah’a yönelen aşkın bizzat talimcisiydi. O, o insandı ki, kendisini sevende hudutlu ve mecazî aşk kalmıyor, hemen sonsuz ve hakikî aşk başlıyordu. O, Allah’ın, kendisini sevecekler, O’nu severek başlasınlar diye yarattığı kul… O, Allah’ın Sevgilisi… Nasıl sevilmezdi; ve sevilince nasıl sevilirdi? Büyük ve Temiz Hatice, O’nu iste böyle sevdi. O’nun fikirlerinde, zevkinde, mizacında şahsiyetinde fâni oldu; O’nun huzurundan, rahatından hazzından ve rızasından başka bir gaye tanımadı.

Allah Resulünün de ilk zevcelerine karsı duyguları son derece hususî ve derin… Bu duyguda belki her sevgi seklini iflâs ettirici bir gönül hoşluğu, huzur ve itimat, ahenk ve mutabakat tecellisi var… Âlemlerin Efendisi, ilk zevceleri, kadınlığın «Büyük» ve «Temiz» örneğine o kadar bağlı idiler ki, O’nun çerçevesinde ve havasında ruhlarının er» müstesna rahatlık şartını buluyorlardı. Teselli, kuvvet, azim, rikkat, şefkat, emniyet, Hatice’nin Allah Resulüne tuttuğu aynalar… Öyle ki, ilerilere doğru, küfür ve inkâr ehlinden birisi ne vakit Allah’ın Resulünü incitse kendilerine ilk dayanak. Büyük ve Temiz Hatice olacaktır.

HATİCENİN SÜNNETİ
Büyüklerin ölçüsü:
« Kadınların, erlerine hizmet, muhabbet ve izzet göstermeleri, Hazret-i Hatice’nin sünnetidir.»
Zeyd oğlu Abdurrahman:
— Âdem Peygamber demiştir ki: «Ben Kıyamet ve hesap gününde bütün insanların efendisiyim! Yalnız bir tek Peygamberin değil… O’nun ismi Ahmed’dir; ve bana karsı iki faziletle üstün kılınmıştır. Bu faziletlerden biri O’nun zevcesidir; daima kendisine bağlı kalacak ve kendisinin hayrına çalışacak olan zevcesi… Benim zevcem ise benim zararıma çalıştı. İkinci fazileti de, Allah’ın O’na en fazla yardım etmiş bulunması ve O’nun şeytanını İslâm’a getirmesidir. Benim şeytanım kâfir kaldı.»
İbn-i Abbas:
— Allah’ın Resulü buyurdular: «Cennet ehlinden kadınların en üstünü, Hatice, Fatma, Meryem ve Asiye…» Büyük İslâm âlim ve mütefekkirlerinin müşterek ölçüsü, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ayise’nin, Allah Resulünün zevceleri içinde en üstün oldukları… Bunlardan bazılarına göre Ayise en üstün… Fakat bu dâvada en itibarlı ve mesnetli ölçü Hazret-i Hatice’nin üstünlüğünde… Şeyh Veliyüddin ibn-i İmad vesaire bu fikirdeler. İbn-i İmad:
«— Doğrusu. Hazret-i Hatice’nin, sayısız meziyet ve fazilet sahibi Hazret-i Ayise’ye rağmen üstün olduğudur.»

HATİCE’DEN ÂLÂSI
İbn-i İmad. bu hususta bizzat Kâinatın Efendisini delil olarak gösterir. Şöyle ki: «Bir gün Hazret-i Ayişe Allah’ın Resulüne dedi ki:
— Allah, Sana Hatice’den âlâsını nasip etti! Hazreti-i Ayise’nin, nefsini kastederek söylediği ve gayet ince bir kadınlık nüktesiyle Allah Resulünün tercihini yokladığı ve:
— O vefat ettiyse yerine ben geldim.
Diye ima ettiği bu söze, Allah’ın Sevgilisi su cevabı verdiler:
— Hayır Ayise! Allah bana Hatice’den âlâsını nasip etmedi. İnsanların beni yalancı çıkardığı devirde bana herkesten evvel iman eden, insanların beni mahrum bıraktığı demlerde bana bütün malını veren odur.»

O HALET
Askın kanatlarını saymaya sayılar yetmez. O kanatlarla uçulmayacak, çıkılmayacak makam ve derece mi var? Hesabın sustuğu, mantığın bozulduğu, aklın eridiği iklime yol bulan kanatlar… Ask; hak ve adaleti sevgilinin dilek ve iradesinden ibaret bulan ve başka hiçbir ölçü taşımayan ilâhî keyfiyet… Ask; kendisinde değil, sevgilisinde olmanın ve sonuna kadar feda etmenin büyük haleti… Bu ask Allah’ındır, Allah’a dır; ve kullarda ondan serpintiler ve ipuçları vardır. Allah’a ermenin yolu da, iste bu haleti köküne kadar derinleştirmek ve aslî hedefine çevirmek… Ve peygamberlik tavrı, zahirde ibâdet ve şeriat, bâtında ise dış ölçülerden nokta feda etmeksizin ask ve muhabbet… Ve kendinde yok, Allah’ta var olmak… Ve… Ve gerisi, kelâmın, aklın, hududun, mevzuun dışı…

Büyük ve Temiz Hatice O’nu, bu haletin iki insan arasındaki tecellisine son merhale olan ufuk noktasına kadar sevdi. İnsanoğlunun âzamisini.. Allah’a devredilecek askın insan perdesinde ve tâkatindeki âzamisiyle sevdi. İnsanlara Allah’ı sevdirmeye memur Allah’ın Sevgilisini sevdi. Böylece hem insan olarak O’nu, hem de Allah’ı sevmiş oldu. Ve yalnız bu misal üzerindedir ki, bu iki sevgi birbirini karartmadı.
VAKİT
Hatice’nin en sıcak nüvaziç ve itina bucağında seneler geçiyor… Tefekkür, tefekkür, ebedî düşünce…Vakit erken mi, geç mi belli değil… Zaman, Allah’ın «Ol» dediği zaman… Otuz yedi yaslarında kulaklarına gaipten sedalar geliyor. Nida sigasiyle mukaddes isimlerini haykırıyorlar. Ve, izbelerde, tenhalarda garip, esrarlı, anlatılmaz ışıklar… Birdenbire dikkat kesilip tam bir şuur gözüyle etrafı muayene ediyorlar: Hiçbir şey yok… Bu hâllerini yalnız Büyük ve Temiz Hatice’ye açıyorlar. Nur, mihrakına o kadar yaklaşmıştır ki, şimdiden ortalıkta görülmedik, tanınmadık bir aydınlık vardır. Semalarda renk ve ses cümbüşü ve ufuklarda elvan elvan Peygamber kuşağı…

Kara taş
MÂNA VE MADDE
Bahsinde, Kabe’nin yakıcı mânâsı gözlerimizi öyle kamaştırdı ki, maddesine fazla dikkat edemedik. Bir ân için güneş gözlüğü gibi bir perdeden onun maddesine nazar edelim ve onu bütün esyasiyle bir arada görmeye çalışalım: Mekke’nin ortasında ve çukurlukla, yalnız altı satıhlı ve sekiz köseli bir mikâp olarak tanıdığımız, hikmet noktası Kabe… On beş metre yüksekliğinde ve on, on iki metre genişliğinde dört duvar… Mekke dağlarının siyah taşlarıyla kaplı bir zemin üzerinde… Duvarlarının köseleri, merkezden çekilecek istikamet hatlariyle, şimal şarkı, şimal garbı, cenup şarkı ve cenup garbına bakıyor. Buna göre «rükn» denilen dört kısma bölümlü:
Şimal kösesi, Irak Rüknü…
Garp kösesi, Sam Rüknü…
Cenup kösesi. Yemen Rüknü..
Ve:
Şark kösesi, Esved Rüknü…
Sonuncu rükn, o tarafta bulunan (Hacer-ül-Esved) Kara Tastan isim alıyor. Şark kösesinde, yerden bir buçuk metre yükseklikte ve Kabe duvarına yirmi otuz adım mesafede «Hacer-ül-Esved-Kara Taş» isimli bir madde.. Bu siyah tas nedir?

Onu ahmak madde gözüne sorarsanız, su ânda üzerine eğilip söyle diyecektir: Üç tane büyük ve birkaç tane daha küçük tastan bir grup… Bir çemberle çevrili… Çemberin etrafında gümüş bir halka… Taşın aslî mahiyetini tâyin güç… Çünkü yüzü, birçok temas neticesinde aşınmış ve düzleşmiş… Vaktiyle tek bir kütleymiş de sonra bir yangında çatlamış ve parçalanmış… Terkibinde de su bu…»

Âlemde hiçbir şeyin mahiyetini bilmeksizin bir de «mahiyet» den bahseden bu görüş ve bakış kadar kaba ne olabilir? Yalnız pergelle ölçen ve tasın kutrunu 30 santim bulan, kimyahâne tahlillerinden de başka bir şey bilmeyen bu görüsün gösterebileceği bir şey var mıdır? O siyah tas da, Kabe gibi ve Kabe kadrosuna bağlı, bu dünyadan bu dünyada bir «suret» olarak, ötelerden bir alâmet, beka ve fena âlemleri arası mübarek bir remz… Yokluk ve izafîlik dünyasında, varlık ve hakikat vatanının malı ve eşyası… O da. Zemzem gibi, Kabe’nin ana unsurlarından… Zemzem, garp kösesinde. Kara Tas da sark kösesinde, Kabe’nin iki yanını tutmuş.

KARA TAŞ YÜZÜNDEN
Simdi, zamanın akısı içinde hâdiselerin cereyanına dönelim:
Büyük ve Temiz Hatice ile izdivaçlarını takip eden yıllar boyunca. Kâinatın Efendisi olgunluk çağlarına ve İlâhî memuriyetlerinin esiğine doğru yol alırlarken, Kara Tas etrafında, bütün Arap kabilelerini birbirine düşürücü bir hengâme koptu. Kuraklığı sulaklığından artık olan Mekke’de arada bir dağlardan boşanan seller, kahverengi yılanlar halinde Kabe’nin bulunduğu çukurluğu basmış, göle çevirmiş ve Allah’ın Evini kısım kısım yıkmıştı.

Kabe, temeline kadar yıkıntılarla dolu… Kabe’nin içinde bir de hazine… Kuyu seklinde ve Kabe’ye getirilen kıymetli hediyelerle dolu… Yıkıntılardan içeriye bir hırsız girdi ve hazineden bazı şeyleri çalıp götürürken yakalandı. Kureyş büyükleri hırsızın elini kestirdiler ve aralarında kararlaştırdılar.
— Kabe harap… Onu yeni bastan bina etmeliyiz!
Allah’ın Evini, temelinden tepesine kadar yeni bastan çatacaklar…

O zaman güzel bir şey oldu. İsmine tesadüf dedikleri gizli saik, Mekke’nin iskelesi Cidde önlerinde bir Bizans gemisini karaya vurdurdu. Gemide mimarlık islerinden anlayan bir de usta… Artık gemilikten çıkan ve enkaz yığını hâline gelen tekneyi, nadide kerestesinden faydalanıp Kabe’yi inşa etmek üzere satın aldılar. Ustayla anlaştılar ve ise giriştiler. Fert fert ve kabile kabile bu ise katılmayan kalmadı. Allah’ın Resulü de yapı faaliyetine iştirak buyurdular. Allah’ın Evi ve Mekke’nin yüreği Kabe, dümdüz bir plân üzerinde, altı satıhlı ve sekiz köseli, sır dolu mikab şekliyle meydana çıktı. Şimdi iş, Kara Taş’ı yerine koymakta… Bir hengâmedir koptu:

— Biz koyacağız!
— Siz koyamazsınız, biz koyacağız!
—- Hayır, ne siz, ne de öteki!.. Bizim şerefimiz, onu kendi ellerimizle yerine koymak hakkını
kimseye bırakmayız! Guruplar, topluluklar, kabîleler birbirine girmek üzere…
Ellerini kan dolu çanaklara batırıp nida edenler:
— Kanımızı son damlasına kadar akıtmadıkça bu hakkı başkasına vermeyiz!
Kureyş’in uluları etrafa sükûnet tavsiye ettiler ve dediler ki;
— Düşünürüz, düşünürüz! Düşünür ve bir çaresini buluruz! Hele biraz sabır… Ve hep beraber Kabe avlusunda toplanıp dertleşmeye başladılar. Bir teklif:
— Birini hakem tutalım!
— Nasıl birini?
— Akılda ve ahlâkta kâmil birini…
— Ama kimi?.
Bu defa da «Hakem benden olsun, senden olsun!» tartışmasına yol görünmek üzere…
Teklif sahibi, elini, Kabe’ye yol veren geçitlerden birine uzattı:
— Su geçitten ilk olarak kim çıkagelirse, onu!.. Bu nasip isine karsı hep bir ağızdan:
— Güzel, diye haykırdılar razıyız! İlk gelecek hakem olsun!..
Geçitten «El-Emin» sıfatlı, kâmil akıl ve ahlâkında, herkesin birleşik olduğu Peygamberler
Peygamberi çıka geldi. Dediler:
— Seni hakem tuttuk, yâ Ebül-Kasım, sen hangi kabileyi seçersen tası yerine o koyacak…

Allah’ın Sevgilisi gülümsediler. Bir örtü istettiler. Guruplar, topluluklar, kabileler, birbirine üstünden hayretle bakıyor. Örtü geldi. Tası örtünün üstüne koydular. Her kabilenin temsilcisine örtünün bir tarafını tutturdular. Hep beraber örtüyü kaldırttılar ve yürüttüler. Tas, konulacağı yere geldi. Sonra mukaddes elleriyle tası alıp yerine koydular. Herkes memnun, herkes saadet ve itminan içinde… Akıl ve hikmet de… Yapılır yapılmaz yine putlarla doldurulan Kabe artık mübarek temel esasıyla meydanda:

Öteden beri siyah örtülere bürülü, İlâhî sır mahfazası sekiz köse içindeki mikabı İbrahim ve İsmail Peygamberlerin topukları altından fışkıran Zemzem’i, Peygamber Babasının ayak izlerini taşıyan zemin üzerinde «Makam-ı İbrahim» i ve… Ve bembeyaz bir yakut hâlinde Cennetten gelip, sonradan, dünya karanlığına es simsiyah kesilen «Hacer-ül-Esved»i, o mübarek Kara Taşıyla…

Kızıl Tüylü Devenin Süvarisi
UNUTTULAR
Her şeyi biliyorlardı. Unuttular. Onlar ki, İbrahim Peygamberin oğullarıdır; her şeyi biliyorlardı. Unuttular. Mutlak ve münezzeh Zat olarak Yaradan’ı ve onun hâs ismi «Allah» kelimesini biliyorlardı. Unuttular. Bu kelimeyi, hattâ her lisandaki, yaratıcı mânasına umumî bir mefhum gibi değil, onun hâs ismi, âlemi, arması olarak biliyorlardı. Unuttular. Kelimenin kabuğu ağızlarında kalmak şartıyla içini unuttular. Mücerretlerin mücerredini, teşhislerin en kabasına, putlara bağladılar. Elle yontulmuş ve kâbuslardaki hayallere benzetilmiş putlar…
Üstelik de:

— Allah?. Ya bu putlara karşı Allah?
Denildiği zaman, putları ona vasıta gösterecek kadar nefslerine teselli aradılar. Fakat kalblerinde batırdıkları günesin, en koyu karanlıklar içinde bile sönüp çakan pertevlerinden bazı alınlar akisler gezinmekte devam etti. Aralarında böyle tek-tük insanlar eksik olmadı. Bunlar, tam ve riyazî bir çizgi halinde, Allah Resulünün, babadan oğula nesil koluydu.

Bir de, sağda ve solda, aynı ışık çakıntılarından pay alanlar. Pay alanlar, fakat bu payları içtimaî bir kuruluş halinde mihrakına oturtamayanlar… Bunlar, fert, fert, Allah’ın kalblerine hidayet verdiği münzevi örnekler. Bunlar, unutulan muhteşem tevhid bestesini, yakıcı, mestedici bir ahenk gibi kalblerinin derinliklerinde hecelemeye çalışıyor. Bir şeyler duyuyorlar, fakat duyduklarını, iç ve dış dünyalarında billurlaştıramıyorlar. Âdem Peygamber’den başlayıp Peygamberler Peygamberinde kemale erecek olan Müslümanlığı sezer gibidirler.
BUNLARDAN BİRİ
Bunlardan, bu gibilerden; bazen güneşle doğmak üzere bulunan güneşler güneşinin çakıntılarına bakıp, topyekûn kâinatın bir azîm zuhura karsı bekleme halinde bulunduğunu sezenlerden biri,
Kızıl Devenin Süvarisidir. Kuss bin Sâide… Yâd Kabilesinin yücesi Kuss bin Sâide, belki yüz yaşında ayak basmak üzere, belki yüz yasını da askın bir ihtiyar… Allah Resulünün, tenhalarda ve izbelerde, hudutsuz sükûnet koridoru boyunca yürürken, kendisine meçhul istikametler ve ağızlardan ismiyle hitap edilmeye başlandığı günler, Kuss bin Sâide’nin de, dillere destan meşhur hitabesini (Sûk-u Ukâz) da okuduğu demlere rastlar.