YAKICI İHLAS

(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)

Sağ elde güneş, Sol elde ay
ARACI
Ezel kadar eski ve ebed kadar yeni din, Kureyşlilerin nasipsizlerine artık müthiş bir âfet gibi görünüyor. Ruhlarını, ahlâklarını, âdetlerini, ticaretlerini, iktisadî ölçülerini, içtimaî usullerini, ferdî hürriyetlerini perişan eden bir belâ… Kureyşlinin nasipsizi, İslâmiyet karşısında artık kendini, putundan, an’anesinden, kazancına ve geçim tarzına kadar topyekûn alt üst etmek isteyen bir tehditle yüz yüze görünüyor. İslâmiyet, gerçek ve her noktayı içine almış dinin ilk şartı olarak, Kureyşliyi şartsız ve pazarlıksız, baştan başa yenileşmeye, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni hakikatle insanlaşmaya davet etmekte… Bu davet de artık apaçık… Mekke ve Kureyş meydanında göndere çekilmiş bir işaret… Düne kadar dileyenin alâkalanacağı ve dileyenin omuz silkeceği mücerred ve umûmî imân ve ahlâk ölçülerinin yanında şimdi put nefreti, Kureyşli hayatının baştan başa tenkidi, Kureyş geleneklerinin baltalanması… Nasipsizler için bu hücumlara kayıtsız kalmak ne mümkün!.. Nihayet, Mekke ileri gelenlerinden bir heyet kurdular. Heyet, aldığı karara göre, doğru, Allah Resulünün hâmisi Ebu Talib’in karşısına çıktı. Dediler:

— Senin yeğenin cedlerimizin dinine, ahlâkımıza, âdetlerimize, yaşayış tarzımıza tecavüz ediyor. Seni bu hale karşı tedbir almağa davet ediyoruz! Çaresi neyse düşün ve yerine getir! Artık vaziyet ciddidir! Heyet, Rebiaoğulları Utbe ye Seybe, Haşimoğulları Âs ve Ebu Cehl, Muttaliboğlu Esved, Mugiyreoğlu Velid, Haccacoğlu Nebiyye, Vâlioğlu Âs gibi, Kureyş’in en dislilerinden… Heyet, ısrarında devam etti:

— Yeğenin zararlı bir meslek takip ediyor. Mekke’de sükûn ve birliği muhafaza edebilmek için O’nu sustur! Ebu Talib, bu müracaata atlatıcı cevaplar verdi. Onları tatlı dil ve müphem vaadlerle oyaladı ve ince bir üslûp kullanarak basından savdı. $e kendisince muazzez, hakikatte mukaddes yeğenini sonuna kadar himaye azminden hiçbir şey kaybetmedi. Kâinatın Efendisi, amcalarının himayesinden memnun, fakat esasta kendisi Resul olarak Allah’a sığınmış, dini yaymakta devam ediyor. Kureyş müteazzımlarının düşmanlık gayreti de beraberce yayılıyor. Müşrikler de kendi merkezleri olan «Dar-ün-Nedve» de toplandılar. Ve yeni din üzerinde etraflı bir müzakereye giriştiler. Ne gibi tedbirler alacaklar ve yeni dini ne suretle tesirsiz kılacaklar?

Nasıl imân gittikçe genişleyen bir dairenin merkezinden idare ediliyorsa, onlar da küfürü, merkezleştirip, imâna karşı gittikçe genişleyen bir daire haline getirmek istediler. İslama karşı tepkilerini şuurlaştırmak ve bu şuuru içtimaîleştirmek gayretine düştüler. Küfür propaganda ve müdafaasını, kendilerince hak bilinen ölçülerle, kitle halinde ayaklandırmak sevdasına düştüler. Aralarından yeni bir heyet seçtiler. Bu yeni heyeti, yeni ve en şiddetli emirlerle Ebu Talib’e yolladılar. Heyet bu defa sadece şikâyet etmekle kalmadı. Eğer muradları yerine getirilmeyecek olursa nelere kadar el atacağını ve nerelere kadar gideceğini açıkça bildirdi:

— Yeğenin vaazlarından vaz geçmeyecek olursa çok şiddetli tedbirler almak zorunda kalacağız! İş, Kureyş arasında bir iç muharebeye kadar varabilir. Son ve kat’î ihtarımız; eğer O’nu dâvasından döndürmeyecek olursan, tekrar ediyoruz, aramızda kanlı bir boğuşma patlayacaktır! Bu tehdit, o vakte kadar daima hududu muhafaza eden tavırların ve ihtiyatlı hücumların rengini birdenbire değiştirdi. Ebu Talib, iç muharebe tehdidinden, basına bir kaya parçası düşmüş gibi sarsıldı. Heyete ne cevap vereceğini bilemedi, müsbet ve menfi hiçbir şey söylemedi ve düşünüp karar vereceğini bildirmekle kaldı.

— Düşün ve neticeyi bildir! Dedi müşrikler ve Ebu Talib’i yalnız bıraktılar. Ebu Talib mahzun mahzun, düşünmekte…

ALAH DÂVASINA BAĞLILIK
Ebu Talib, mukaddes yeğenini çağırttı. Karşı karşıyalar:
— Kendine ve ailene müthiş bir belâ getirmemen için sana bir ricada bulunacağım.

O, içinde kâinat dolu mâna, susuyor. Ebu Talib:
— Senden rica ederim; bana kaldırabileceğimden ziyade yük yükleme!

O, pusuyor.
— Kureyş büyükleri, nesrettiğin dinden vazgeçmeyecek olursan, aramızda kanlı bir boğuşma çıkacağını haber verdiler. Bu dâvadan vazgeç!

O zaman. Âlemlerin, yalnız O gelecek diye geldiği Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber, hayal edilemez bir vakar, tevekkül, heybet ve irade tavrıyle buyurdular:
— Sağ elime güneşi, sol elime kameri verseler de bu dâvadan vazgeçmemi teklif etseler, ben de öleceğimi bilsem yine vazgeçmem!»

Ve İnsanlığın Tacı, harikulade gözleri yaş içinde; artık kendisini bırakmak zorunda görünür gibi olan amcasının huzurundan çıktılar. Kalbiyle, Müslümanlığın ana şartı olan aşk ve ihlâsı en zengin çapta taşıyan, fakat bir türlü imâna varmayan asîl amca, Allah Resulünün arkasından koştu. O’nu durdurdu, kendisine çevirdi ve haykırdı:
— Haydi git, dilediğin gibi dinini neşret! Allah üzerine söz veriyorum ki, ben seni hiçbir zor karşısında yalnız ve müdafaasız bırakmayacağım!

UÇURUM
Kureyşliler iyice inandılar ki, korkutmalarının veya mükâfatlarının hiçbir tesiri olmayacaktır. Ve Ebu Talib, bir iç muharebe pahasına da olsa, yeğenini korumaktan vazgeçmiyecektir.
Bu defa başka bir tertip düşündüler. Kureyş’in en güzel ve sevimli delikanlılarından birini Ebu Talib’e vermek, karşılığında Allah’ın Sevgilisini almak… Ebu Talib, gülünç teklifi şiddetle reddetti:
— Siz bana, kendi çocuğunuzu besletmek için vermek, benimkini ise öldürmek için almak istiyorsunuz! Bu ne münasebetsiz teklif!

Ebu Talib ile Kureyş büyükleri arasında, bu defa, eski karşılaşmalardakilerden daha sert ve dik sözler geçti; Ebu Talib’in de Kureyşlilerle arası, her zamankinden fazla açıldı. Artık Haşimoğluları koluyle Kureyş’in öbür aileleri arasında derin bir uçurum açılmış oluyordu. Ebu Talib’in, Allah’ın Sevgilisini bu, kadar kuvvetle himaye etmesi, işi bütün Haşimoğluları çerçevesine sirayet ettiriyor; Haşimoğluları soyu, kendi içlerinden bir fert olan kâinatın en büyük ferdini himaye etmekle, Kureyşlilerin putlarına edilen tecavüzün bir nevi sorumlusu mevkiine geçiyordu. Haşimoğulları çerçevesinden bir ikisi, karşı tarafa geçerek Ebu Talib’e söyle dediler:
— Yakınların senin için insaflı davranıyorlar ve sana karşı gelmemek istiyorlar!.. Fakat sen onların fedakârlığını takdir etmiyorsun, bundan memnun görünmüyorsun!

Ebu Talib cevap verdi:
— Allah için söylüyorum ki, yakınlarım, benim için insaflı hareket etmiyor! Asıl siz, beni bırakmaya ve düşmanlarla birleşip bana karşı gelmeye niyetli görünüyorsunuz!.. Şimdi vaziyet, hecelenmesi hiç de zor olmayan bir sarahat belirtiyor: Kureyşlilerin hidayete kavuşanları ile küfürde kalanları arasında kanlı bir çarpışma, kaçınılması imkânsız bir neticedir. Zira inkılâbların inkılâbı meydana gelmiş ve madde akrabalığı üzerinde dünyanın en titiz kabile örneği Kureyş, bütün insanlığa ruh akrabalığını getiren ve her şeyden evvel kavim taassubunu kaldıran yeni ve mutlak dine karşı, olanca mesnedinin çöktüğünü sezmeğe başlamıştır. İnkılâb o kadar büyüktür ki, bütün insanlığa ve bütün zaman ve mekâna mahsus din, insanlığın kavmiyette en asabı kadrosu içinden fışkıracak ve evvelâ kabîle taassubu fikrini yıkacaktır. Bütün insanlığa Allah müjdesini getiren tek kişi ve O’nun karşısında, fert fert dalâletini azgın bir kavmiyet hırsından ve putların barikadı arkasında toplayan bir kabîle… Müjdeci de, bu kabilenin içinden çıkıyor. Mucize üstü mucize çapında bir zuhur… Ve bu hal, zuhurun İlâhî olduğuna en büyük hüccet… Hücceti de ne yapacaksın? Evvelâ O’na inan ve sonra bütün hüccetleri O’na bağla!.

İslâm İhlâstîr
YAKICI İHLÂS
Bir davet levhası:
Allah Resulünün, yakınlarını davete memur oldukları zaman, ettikleri bir davet sekli… Bir davet şekli ki, en büyük mucizenin en basit eda içince saklanması gibi bir şey… Bir ölüyü değil, gelmiş ve geçmiş, toprak ve kül olmuş ölüleri parmak ucuyla tek işarette mezarlarından kaldıracak kudret bile, bu davetteki gücünden hafif…

Bir incelik, tabiîlik, samimîlik ye nihayet inandırıcılık ki, mucize çapının üstünde… Öyleyse en büyük mucize… Evet; tabiîliği ve madde yönünden hiç de harikulade olmayan cereyanıyle bu hâdise, en basit tavrın içine namütenahî derin bir mânâ sığdırarak öyle bir mucizeye varmaktadır ki, onun yanında bütün harikuladelikler sönmekte… Mekke’de bir meydan yerinde, yahut şehir dışında (gong) gibi bir âlet… Tabiî zamanlarda kimse bu âlete el süremez; yasak!. Yanı başındaki tokmakla üzerine vurulduğu zaman Mekke’nin kaynayan havası madenî ürpermelerle dolar ve herkes isini gücünü bırakıp sesin geldiği tarafa koşar. Herkes buna mecbur… Zira bu âlet, ancak müthiş bir düşman hücumu, su baskını, yangın âfeti, filân ve falan gibi hallerde çalınabilir. Başka türlü ona dokunulamaz. İşte herhangi bir gün herkesin isiyle gücüyle uğraştığı herhangi bir saat… Görünürde fevkalâdelik adına hiçbir alâmet mevcut değil… Biran… Tehlike gongu çalmaya başlıyor. Dört bir koldan Mekke’nin kaynar havasını kamçılayan tunç ürpermeleri… İşini gücünü bırakan herkes meydan yerinde… Meydan yerinde gördükleri, vakar ve heybetin ta kendisi, Allah’ın Resulüdür. Toplananlara bakıyorlar. Bütün nazarlar üzerlerinde kümelendikten sonra, mukaddes parmaklarını yakındaki bir dağın zirve noktasına çevirip soruyorlar:
— Bakın Kureyşliler, bakın ve kulak kesilin! Ben size desem ki, iste bu dağın arkasında bir düşman toplandı, şehre hücum etmek üzere… Hücum edecek ve mülkünüzü yakıp yıkacak, çoluk çocuğunuzu kesip öldürecek!.. Bir ân sükût:
— Böyle deseydim bana inanır mıydınız? Her bir ağızdan cevap:
— İnanırdık!.. Sen yalan söylemezsin! Lâkabın (El -Emin)…
Bunun üzerine Allah’ın Resulü, mukaddes bası vecd içinde yükselmiş, su mucize üstü karşılığı veriyor:
— Öyleyse buna da inanın; ben Allah’ın Resulüyüm! Size Hak Dini tebliğe, sizi Kıyamet günüyle korkutmaya memurum! Buna da inanın öyleyse!.
Yalan ihtimalini muhale götüren, ihlâs derecesini mutlak hale getiren, onun içindir ki, yeri her harikanın üstünde olan bu ihlâs edası yalnız Kureyş nasipsizlerine tesir etmiyor.
— Bizi bunun için mi çağırdın?
Diyorlar ve biraz sonra «deli!» diyecekleri Kurtarıcılar Kurtarıcısının yanında, aralarında küfür delisi mahut Ebu Leheb, her biri ayrı bir tefsirle basını sallaya sallaya ayrılıp gidiyorlar.
Dünya durdukça, bu ihlâs misali, içinde tek vicdan kıvılcımı saklayan kalbi yakacaktır. Fakat Allah’ın insaf vermediği kalblere tesir etmeyecek…

KORUYANLAR
En başta, vecd ve aşk içindeki müminler ve sevgili amcası Ebu Talib… Ne yapsınlar, onu nasıl korusunlar?. Artık Ebu Talib Allah’ın Resulünü korumak fikrinde, kendi aile koluna bağlı birkaç belirsiz şahısla beraber yapayalnız kalmıştır. Aynı kolun en kudretli unsurlarından biri olan Ebu Leheb ise, Kâinatın Efendisine düşmanlıkta, bütün düşmanlardan azılı … Zevcelerin en şefkatlisi Hazret-i Hatice:
— Kâfirlerin muamelesinden üzülme, diyor mukaddes zevcine; cahillik onların ana sıfatı..
Bundan senin tertemiz ve berrak ruhun bulanmasın,. Bütün peygamberler bu çileyi çekmişlerdir. Allah yolunun çilesidir bu… Ve çileyi doldurmaya memur, O’nun büyük ruhu, bu hitapta bütün bir huzur ve emniyet duygusuna kavuşuyor. Ebu Talib’in Allah Resulü üzerindeki himayesi, noksansız ve fütursuz devamda… Bu hususta Ebu Talib, Resuller Resulüne hitaben ve Kureyş topluluğuna karşı bir de şiir söyledi:

«Sana kimse zarar veremez;
«Bunu candan taahhüt ederim.
«Meğer ki ben ölmüş olayım.
«Ve toprakla üstüm örtülsün…
«Sen bütün dâvanı açığa vur!..
«İnsanları apaçık davet et!
«Sana kimse zarar veremez.
«Vazifenle müjdelendin sen.
«Onunla gözlerin nuru olacaksın!
«Beni de çağırdın yoluna,
«İnanıyorum, evet, sözünde sadıksın;
«Emin sıfatın herkesçe malûm…
«Dinin de dinlerin en hayırlısı.
«Fakat ne çare, ne çare?.
«Eğer beni Kureyş utandırmasaydı,
«Elbette ki, bu dîne girerdim.
«Yalnız bu din için çalışırdım.»

Hayret!.. Allah’ın Resulü uğrunda göstermediği fedakârlık bırakmayan, O’nu şahıs plânında en çok seven ve koruyan, fakat bir türlü o büyük şahıstaki büyük Resule teslim olmayan Ebu Talib’in ruh haleti bir çözülmez düğüm… Hayret kelimesi bu düğümün belirttiği korkunç tezadları ifadeden âciz… Hem inan, yahut inandığını söyle; hem de pesinden akıl almaz saikler yüzünden sıyrıl ve kabul etmemekte mazur olduğunu bildir!. Bu da Allah’ın hesaba sığmaz bir hikmet cilvesi… Ebu Talib muammasını, onun ruhunu teslim edeceği ân çözeceğiz.

Çaresi Yok!
TERTİP
Senenin Hac Mevsimi yaklaşmaktadır. Her sene. Hac kafilelerini karşılamak için, kabile kavgalarına nihayet verirler… Yine öyle oldu ve Kureyşliler, Allah’ın Resulünün hacılar üzerinde bırakacağı tesiri münakaşaya giriştiler. Nasıl engelleyebilirler?. Kaygı büyüktür: Ya, Arabistan’ın her tarafından bol bol sökün eden hacılar üzerinde, O’nun birdenbire ve müthiş bir tesiri başlayacak olursa?. ,Ya bu hacılardan kol kol İslâmiyete akın edecekler bulunursa?.. İlâhî memuriyetin haberi her tarafa yayılmıştır. Mekke’den etrafa doğru haber, dalga dalga intişar ediyor:
— Mekke’de Haşimoğlularından Abdülmuttalib’in torunu, Allah’ın Resulü olduğunu söylüyor ve herkesi yeni dine davet ediyor. Elbette ki, hacılar, O’nu merak edecekler, kendisini; görmek, dâvasını dinlemek, sözlerini işitmek isteyecekler… Ya birdenbire cazibesine kapılacak ve pesinden sürüklenecek olurlarsa? O zaman ne olur Kureyş’in hali? Kureyş nasipsizleri bu ihtimale karşı alınacak tedbirleri görüşmek ve bir karara bağlamak üzere, içlerinde en yaslı zât olan Mugiyre oğlu Velid’in evinde toplandılar.
Sualleri şunlar teşkil ediyordu:
— O’nun hareket hattını hacılara nasıl belirtelim? Söyle mi desek, böyle mi desek, filân türlü mü, falan türlü mü, mânalandırsak?..
— Bunun için O’na ne isim verelim?
— Kâhin desek nasıl olur?.
— Mecnun desek?..
— Şair desek?.

Tekliflerden hiçbiri kabul olunmadı ve hale uygun sayılmadı. Nihayet tek bir sıfat Kureyş nasipsizlerinin tesellisini yerine getirdi:
— Sâhir diyelim.. Büyücü… Bunu ittifakla münasip gördüler. Şöyle düşünüyorlardı:
— Sâhirdir; sihir ustasıdır. Zira öyle bir din neşrediyor ki, onu kabul eden, babasından, anasından, kardeşinden, karısından, aile ve kabilesinden ayrılıyor. Hiç de gam çekmeden… Bu nasıl olur?.. Ancak sihirle olur! Tesellilerini buldular ve İlâhî mucizenin bir tarafını görür gibi oldukları halde sihir izahından rahata kavuştular. Bir müddet sonra Arabistan’ın her tarafından yığın yığın hacı gelmeye başlayınca hemen karşılarına çıktılar ve rasgeldikleri adamın kulağına eğilip fısıldadılar:
— O bir sâhirdir; sihir yapar, insanın gözünü boyar, aklını alır ve dünyayı ona istediği gibi gösterir. Aman. sakın inanmayın, sakın güvenmeyin!.. Gelen hacılar, kafa kafaya vermiş merak ve dehşetten fıldır fıldır dönen gözlerle bu sihirli telkinleri dinleye dursun…

Bu usûl, gayesine erişmedi. İsnadı duyanlar, söylenenlere inansın veya inanmasın, büsbütün merak, tecessüs ve cazibe hissine kapıldılar; Allah Resulünün, sözlerini ve hareketlerini büsbütün merak ettiler. O’nu yakından takip ettiler. Yerlerine döndükleri vakit de, mukaddes isimlerini Arabistan’ın her tarafına yaydılar. Mukaddes ismi duymayan köse bucak kalmadı. Fakat bu kafileye toplu ve umumî olarak din telkin edilemedi. İslâmiyet, henüz bir huruç hareketine girişebilecek şartlara mâlik değil…

TESİRSİZ
Hiçbir tertip ve tedbir, imân dairesinin içini karıştıramıyor ve O’na giden yolları tıkayamıyor. Çaresi yok; ne yapsalar boş!. Kuru kafalarını ellerinin içine almışlar, ha bire hesap ediyorlar:
— Ne yapalım? Ne yapalım da bu cereyanı durduralım? Yoksa isi, aynı kabîleye bağlı aileler arası bir boğuşmaya mı vardıralım?. . İhtilâf her taraftan duyulmuştur.
Aslat oğlu Ebu Kays isimli bir şair de, Mekke’de iç muharebe korkusu üzerine uzun bir şiir yazarak Kureyşlilere soğukkanlılık ve selim muhakeme tavsiye ediyor, onlara iç muharebenin bütün felâketlerini sayıp döküyor. Ebu Kays’ın uzun manzumesi Mekke’de okunuyor ve Kureyşliler üzerinde derin tesirler bırakıyor. Fakat çare yok; hem İslâm cereyanını durdurmanın, hem de Kureyş nasipsizlerini insafa davet etmenin de çaresi yok..

EZÂ VE HAKARET
Kureyş nasipsizlerinin gayzını söndürmeğe hiçbir deniz kâfi gelemez. Bu nasipsizlerin başbuğlarından Peygamber amcası ve küfür delisi Ebu Leheb bu defa, hırsım teskin etmek için şahsi imkânları içinde ne varsa kullanmak kararında… Utbe ve Uteybe isimli oğullarının ikisi de, önceden Peygamber damadı.. Birinde, Allah Resulünün kızı Rukiye, öbüründe de Ümm-ü Kelsum.. Nikâh olmuş, fakat zifaf olmamış… Ebu Leheb, oğlu Utbe’yi çağırdı ve su emri verdi:
— Allah’ın Resulü olduğunu iddia eden adamın kızı Rukiye’yi hemen boşa! Utbe, henüz zifafa girmediği, muhterem Peygamber kızı hakkında:
— Derhal, diyor. Hemen boşarım!..
Ve Peygamber kızını boşadığı haberini Peygamber evine gönderiyor. Küfür delisinin öbür oğlu Uteybe ise babasını tatmin etmek hususunda, kardeşi Uteybe’den daha ileri gitmek istedi. Şenaat müsabakasında birinci… Nikâhlısını boşamak emrini alır almaz, doğru Allah Resulünün huzuruna çıkarak edepsizlikte en ileri bir lisanla haykırdı:
— Ben senin dinini inkâr edenlerdenim ve seni sevmem! Sen de beni sevmezsin! İşte bunun için kızını boşadım! Bununla da kalmadı. Allah Resulünün üzerine saldırdı, yakasına yapıştı; O’nun, Allah sevgisine ayna olan mukaddes yüzüne tükürdü. Mümin bir kızın bir putpereste nikâhlanması, o vakte kadar yasak edilmiş değildi. Bundan sonradır ki, nazil olan bir ilâhî emirle bu is kökünden engellendi. Allah’ın Resulü müşrik damadından gördüğü muameleden fevkalâde müteessir oldu ve Uteybe’nin cezalandırılması için Allah’a dua etti. Uteybe, babası Ebu Leheb’le birlikte Peygamber kızını boşadıktan sonra çıktığı Şam seferinde cezasını buldu. Çölde bir canavar Uteybe’nin karşısına çıkarak onu parçaladı, lime lime etti. Uteybe’nin kardeşi Utbe ise Mekke’nin fethine kadar müşrik kaldı ve o zaman müslüman oldu. Allah’ın Resulü, Rukiye’yi, mü’minlerin ilklerinden Affan oğlu Osman’a verdiler. Şimdi, her vasıtayla ezâ ve hakaret çığırı açılmıştır. İslâmiyete… İlâhî kanun…

Rabbim Allah Dediği İçin
KÜÇÜKLÜK
Ezâ ve hakaret çığırı şöyle açıldı:
Kureyşliler Allah’ın Sevgilisine karşı, bir iç muharebeye meydan açmaksızın hiçbir şey yapamayacaklarını anlayınca, son çare olarak, mevsiminde hacılara kullanmak istedikleri silâhı kendi aralarında tecrübe yoluna döktüler. Yalan, iftira, isnat, tezvir, kötü propaganda ve Ebu Leheb’in yaptığı gibi, şahsi imkânlar çerçevesinde en âdi vasıtalara tenezzül… Artık, şair, sâhir, kâhin, mecnun sesleri Mekke sokaklarını taşırıyor. Bu usûle karşı Allah’ın Sevgilisinde en küçük bir tavır değişikliği bile olmuyor, İmân ve İslâm, yolunda devam ediyor. Bu yol, ameliyat odasına giden koridor gibi, küfür ve çığlık ne dereceye varırsa varsın, hiç müteessir olmadan sadece hak ve hakikate, şifa ve saadete eriştirmeye memur geçit… Nitekim, tezvir ve iftiralara mukabil, Kureyş nasipsizleri, itikadlarının saçmalığına ve putlarının hiçliğine ait yeni hücumlar karşısında kaldılar. Öfkeleri öyle kabardı, öyle şahlandı ki, Allah’ın Sevgilisini Kabe’de ibadet ederken yakaladılar; yanına yaklaştılar, putlara hücumunu şiddetle tenkid ettiler, gömleğine yapıştılar, O’nu boğmak istediler. «Sıddîk» lâkabının sadık ifadesi Ebu Bekr yetişti, hızla araya girdi, Allah’ın Sevgilisini vücuduyla siperledi. Mücadele o kadar şiddetli olmuştu ki, Kureyş nasipsizlerinin elinde, boğuştukları kahramanların sakallarından parçalar kalmıştı.

Sahâbîlerden bir zât, bu vak’ayı söyle anlatıyor:
«Allah’ın Resulüne edilen ezaların, o zamana kadar en şiddetlisi bu… Bir gün Kureyş büyükleri Kabe’de toplanmış Allah’ın Sevgilisinden bahsediyorlardı. Şöyle diyorlardı:
— Bu adama gösterdiğimiz sabır ve tahammülü, şimdiye kadar kimseye göstermedik. Fikirlerimizi çürüttüğü, âdetlerimizi bozduğu, âyinlerimizi ayıpladığı, ilâhlarımızı devirdiği ve daha neler, neler yaptığı halde hep göz yumuyoruz!

Tam o sırada Allah’ın Resulü Kabe’ye geldiler. «Hacer-ül-Esved» i öptükten sonra tavafa başladılar. Kureyşlilerin bulunduğu noktalardan geçerlerken müşriklerde bir hareket oldu. Allah’ın Resulüne söz atmaya yeltenenler… Hayâsızca, edepsizce lâflar ediyorlardı. Resullerin Fahri, bu muameleden müteessir oluyor ve teessürlerinin izi çehrelerinde okunuyordu. İkinci ve üçüncü geçişlerinde tecavüz tekrarlanınca, Allah’ın Sevgilisi durdular ve dediler:
— Hayatım, kudretinin elinde bulunan Allah üzerine söylüyorum ki, ben sizi yok etmek için gönderildim. İşitiyor musunuz, ey Kureyş topluluğu?..
Birden, dehşete boğuldular ve ne diyeceklerini bilemediler. Sonra şöyle mırıldananlar oldu:
— Haydi Ebül kasım, sen böyle cahilce işler yapmazsın..
Ertesi günü Kureyş büyükleri aynı yerde toplandı. Bir gün evvelki vaziyetten fena halde hiddetli görünüyorlardı. Birbirlerine diyorlardı ki:
— Biz ne yaptık? Kendisine söylediğimiz sözlere karşılık olarak en ağır tehdit altında bırakıldık da, yine cezasını veremedik. Yazık bize! Meğer ne korkak şeylermişiz!. Garip cilve… Tam o ânda Allah’ın Resulü göründüler. Ânî bir hareket oldu. Kureyş büyükleri bir hamlede Kurtarıcılar Kurtarıcısının üzerine atıldılar. Yakasına, gömleğine yapıştılar:
— Dinimize ve ilâhlarımıza dil uzatan sen misin? Ve su cevabı aldılar:
— Bütün bunları söyleyen ve yapan bizzat benim! Başkası değil!.
Bu mukabele üzerine büsbütün kızıştılar. İçlerinden birisi Kâinatın Tacını kavramak istedi.
Niyetleri pek fena görünüyordu. Birden Ebu Bekr yetişti, koştu, Allah’ın Sevgilisini siperledi ve haykırdı:
— Ne yapıyorsunuz? Rabbim Allah dediği için O’nu öldürmek mi istiyorsunuz?
Bu, tepeden inme, hâkim hitap karşısında ezildiler. Allah’ın Resulünü bıraktılar, hiçbir şey söyleyemeyerek dönüp gittiler.» .

ŞENAAT
Allah’ın Sevgilisine gösterilen ezâ ve hakaret, en dipsiz şenaata kadar varmaktadır. Abdullah bin Mes’ud:
«Âlemlerin Fahriyle beraber Kabe’de bulunuyorduk. Kendileri namaza durdular. Adamın biri, biraz ileride bir deve kesmiş, deveyi yarmış, karın uzuvlarını çıkarmış, içi dolu işkembesini duruyordu. Ebu Cehl, etrafına seslendi:

— İçinizden biri su işkembeyi alıp getirsin! Tam secdeye vardığı zaman Peygamberlik iddia eden şu adamın sırtına yerleştirsin!
Bu şen’î teklifi müşriklerden biri hemen yerine getirdi. Fırladı, koşarak deve ölüsünün yanına gitti, işkembeyi adamın elinden aldı, kucakladı, koştu, secdeye varmış bulunan Allah’ın Resulünün mukaddes sırtına koydu. Manzarayı gören kâfirler, nazlarından, ağızları bir karış açık, katılasıya gülmeye başladılar.» Gökleri kurşundan bir kubbe gibi üzerlerine çöktürecek kadar şenaatte tesirli manzarayı, Abdullah bin Mes’ud anlatmakta devam ediyor:
«Hali gören biz o kadar nefret ve dehşet hissi duyduk ki, bir ân ne yapacağımızı bilemedik. Kalabalık içinde bizi müthiş bir korku yakaladı. İşin nereye gittiğini anlayamadık. Hamle edemedik ve işkembeyi Allah’ın Resulünün sırtından alamadık. Allah’ın Resulü mukaddes başı secdede, sakin ve hareketsiz bekliyorlardı. Öldürücü ânlar geçti. Nihayet koşarak gelen bir insanın ayak sesleri… Haber almış olacak:

Allah Resulünün kerimesi Fâtıma yetişti. Mukaddes babasının sırtından Kureyş kafirlerinin vicdanından daha az pis olan işkembeyi alıp attı. Allah’ın Resulü hep secde vaziyetinde…Fâtıma, Kâinatın Efendisine edilen bu muameleden o kadar teessür duydu ki, müşriklere en ağır kelimelerle hitap etti. Allah’ın Resulü de başını kaldırarak, kâfirlere cezalarını vermesi için Allah’a yalvardı. Andıkları isimler arasında Ebu Cehl, Rebia oğlu Utbe ve Seybe, Utbe oğlu Velid, ayrıca Ukbe, Halef oğlu Ümeyye, Velid oğlu İmâre… Aradan yıllar geçtikten sonra ben bu kâfirlerin Bedr Muharebesinde tek tek ölüp gittiklerini ve üst üste bir kuyuya gömüldüklerini ve içlerinden hiçbirinin kurtulmadığını gördüm.» Küfrü besleyici ruhlarının can evinden vurulmuş olan Kureyş nasipsizleri, artık ellerinden ve hayallerinden gelen her çirkinliği işlemekte… Allah’a giden büyük çile yolu açılmıştır.

KİN
Mukaddes baslarına toprak saçanlar… Evlerinin kapısına, beş parmaklarını canavar pençesi halinde kullanıp kan izleri çekenler… Ve:
«Sihirbaz», «Deli», «Kâhin», «Sâhir» sıfatları etrafında, küfürlerin türlüsüyle sövenler… Ebu Leheb, Allah’ın Resulü meydanlarda ne vakit tevhidi ihtar etse, arkasından bağırıyor:
— Meramı, bizi babalarımızın dininden döndürmek… İnanmayın!.
Ve Ebu Leheb’in karısı, cehennemlik, cehennemde odun hamalı Ümm-ü Cemil, geceleri dağda bayırda, dikenli ısırganları toplayıp Allah Resulünün geçeceği yerlere serpiyor. İnsanlığın Tacı hangi noktalara ayak basacaksa mukaddes ayaklarına akrep kıskacı gibi dişleyici ve acıtıcı sivri uçlar girsin diye… Ve çileler sahrasında İslâm, dudaklarında bestelerin en güzel tevhid ahengi, bir ân bile sendelemeden ilerliyor.