YÜCE DOST

(Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana)

DIŞARIDA MANZARA
Peygamber Mescidinin etrafında küme küme sahabi ve ordu hazırlığı… Herkes ve her şey düşünüyor; demircinin havada çekici ve askerin elinde mızrağı düşünüyor. Hastalıklarının başında, tertiplenmesini emrettikleri ve Garp dünyasına yönelttikleri ordu, bütün gönüllere hâkim sabit fikir baskısını hissettirmemek istercesine hazırlanıyor. Medine dışındaki ordugâh arı kovanı. Mızraklar çatılmış, kılıçlar bileniyor, yaylar geriliyor, safkanlar kisniyor. Fakat bu faaliyet, o sabit fikrin sükûtî çığlığını bastıramıyor. Baslarında Allah Resulünün sevgisiyle bahtiyar, genç kumandan Üsâme…

Mescitte son hitabelerini verirken ondan da bahsetmişlerdi:

«— Üsame’yi başbuğ seçtiğim için sözler dönüyormuş. Bu ne demektir? Daha evvel babası Zeyd’i de emirliğe tâyin ettiğim zaman aynı sözler oldu. Yemin ederim ki, Zeyd emîrliğe lâyıktır; oğlu da lâyık… Onlar benim en sevdiklerimden… Üsame’ye saygı gösteriniz!»

Bütün Medine susuyor ve düşünüyor… Dallar sarkık, başlar sarkık; güneş kopacak gibi sarkık, her şey susuyor ve düşünüyor…

HÜCRENİN İÇİ

Derin ve İnce Fâtıma’yı en derin ve ince hisle sevdikleri mübarek kızlarını istediler. Fâtıma, rahatsızlığın ilk gününden beri sanki bir hayal gibi gidip geliyor, köşelerde bekliyor, kuytularda düşünüyor ve hiç konuşmuyor. Fâtıma’yı yanlarına çektiler, yaklaşmasını, kulaklarını dudaklarına kadar yaklaştırmasını işaret ettiler. Fâtıma başını, Allah Sevgilisinin dudaklarına kadar indirdi. Bir fısıltı… Fâtıma’nın yüzünde tırmık tırmık acı. Bir daha kendilerine doğru çektiler ve yine yavaşçacık bir şeyler söylediler. Bu defa Fâtıma’nın yüzünde derin bir rahatlık, huzur, saadet…

Evvelâ:
— Ben ölmek üzereyim…
Demişler… Sonra da:
— Bana ilk kavuşacak sensin!
Buyurmuşlar…

Altı ay sonra, en genç çağında babasına, Allah’ın Sevgilisine kavuşacak olan Derin ve İnce Fâtıma… Dalgın yatıyorlar. Genç Başbuğ Üsâme geldi. Başuçlarına yaklaştı. Gördüler. Üsâme’ye bir şey söylemediler. Fakat mukaddes ellerini yükseğe kaldırıp durdular, sonra Üsâme’nin üzerine sürdüler. Ona dua ettikleri anlaşıldı. Garp dünyasına yöneltilen ordunun Genç Başbuğu Usâme’ye sessizce dua ettikleri gün pazardır; ve artık bu ayrılıklar, eksiklikler ve fânilikler dünyasında bir günleri daha kalmıştır..

PAZARTESİ
Günesin ışık verme vazifesini kaybetmeksizin simsiyah kesileceği günün sabahı, şafak vakti, hücrelerindeki pencerenin perdesini aralayıp sabah namazındaki sahabîlerine bir göz attılar. Herkes Ebu Bekr’in arkasında, en mahzun vecd içinde… Derinden derinden tekbir sesleri… Tebessüm buyurdular. Sahabîlerde âni bir dalgalanma… Namaz bozulur gibi oldu. Elleriyle demek istediler:

— Yerlerinizde kalın! Namazınızı tamamlayın!

Ve perdeyi kapadılar. Sahabîler mukaddes yüzü son olarak görüyor. Mukaddes yüz, kanın çekilmesinden müthiş bir beyazlık içinde… O sabah kendilerini gayet iyi hissettiler. O kadar ki, perdelerini aralayıp baktıktan biraz sonra mescide geldiler. Farz başlamıştır. Saflar imama bağlı… İlerlediler. Geleni sezen Ebu Bekr, yerini İnsanlığın İmamına bırakmak istedi. Yine hafif bir işaret:

— Yerinde kal ve devam et!

Ebu Bekr’in yanında durdular. Sahabîler Ebu Bekr’e uymakta berdevam… Ebu Bekr de O’na uydu. Namaz, içlerinde Kâinatın Efendisi, Ebu Bekr’in arkasında kılındı. Sahabîler, namaz içinde heyecanlarından edep ölçüsünü güç muhafaza ediyorlar… Namazdan sonra en yakıcı ümidin verdiği kaynaşma…

Çehreler soruyor:
— Yoksa Allah’ın Resulü tamamiyle şifaya mı erdiler?
Daima mütebessim, yakınlarının kolunda odalarına dönüyorlar. Genç Başbuğ Üsâme yine geldi. O’na derin gözlerle bakıp dediler:

«— Artık, Allah’ın bereketiyle git!..»

Birden ağırlaşıyorlar. Elleri suda, boyuna yüzlerini siliyor. Fâtıma, İnsanlığın Tacı babasına sokuldu. Baba ve kız göz göze… Dünyanın en hisli sözünü söylediler:

«— Üzülme kızım; babana bu günden başka acı yok!»

Pazartesi günü Dünya’ya geldiler, pazartesi nübüvvete erdiler, pazartesi günü hicret ettiler, pazartesi günü Medine’ye vardılar; ve işte Dünya’ya geldikleri ayda, pazartesi günü, hakikî hayata geçiyorlar. Altmış üç yaşındalar… Ebu Bekr, Ömer ve Ali de aynı yaşta ölüm döşeğine uzanacaklar… Şu saat, gün, hafta, ay hesabı ne hazin!.. Hepsi bir ân içinde gelip geçiyor ve dünya tek ân üzerinde duruyor, içinde bütün zamanı, mekânı ve hareketi eriten başsız ve sonsuz ân, ebediyet!.. Vatanımız sensin!.. Zaman, zaman ve mekânın uğrunda yaratıldığı Peygamber için bile saatini çalıyor. Allah’ın emri…

Allah Hayy ve Lâyemut
ER’REFİK – ÜL – ÂLÂ
Rebiülevvelin on biri veya on ikisi… Pazartesi… Hastalıklarının on üçüncü günü… Akşam olmakta… Bütün Medine bir garip uğultu içinde… Giden, gelen… Kimse nereye gittiğini, ne ettiğini bilmiyor… Kuşların bile uçuşlarında bir istikamet şaşkınlığı var… Allah’ın Sevgilisinde ölüm alâmetleri başlamıştır. Üsâme’nin ordugâhı karmakarışık… Askerler, bölük bölük Medine’ye akıyorlar. Üsâme, atını eyerlerken, annesi çığlık çığlık bağırdı:

— Nereye gidiyorsun? Hangi işe hazırlanıyorsun? Allah’ın Resulü vefat etmek üzere!..

Usâme, eyer kolanının iplerini bıraktı. Aklını oynatacak gibi… Bütün Medine bir garip uğultu içinde… Güneş, ufkun arkasına, bütün ufukların arkasına kaçıp bir daha çıkmamak isteyebilirdi. Fakat çıkacak ve zamanı o günden sonra da sadakatle saymakta devam edecektir. Allah’ın emri… Gaye-İnsan ve Ufuk Peygamberin başı, dirayet ve zarafet timsali Âyise’nin göğsünde… Hücre loş… Güneş batmak üzere… Allah’ın emri… Varlığın batmasına, mesafenin yanmasına, boşluğun çökmesine, ademle vücudun birbirini yutmasına o dem, sadece Allah’ın emri mâni…

Cebrail ile Azrail kapıdalar… Cebrail, Ölüm Meleğinin, içeriye girmek ve Allah’ın emrini yerine getirmek için izin istediğini bildirdi. Mukaddes başları Âyise’nin göğsünde, gözlerini açtılar, tavana diktiler, şehadet parmaklarını kaldırdılar ve altı hece…

«— Er’Refik-ül-Alâ…»

Ve mukaddes başları, Âyise’nin göğsünde hareketsiz kaldı.

Vahidi:
— İlk sözleri «Allahü Ekber», son sözleri «Er’Refik-ül-Âlâ…»

Er’Refik-üI-Âlâ: Yüce Dost…

KİM ALLAH’A TAPIYORSA
Peygamber evinde ufak bir haykırış… Koşuştular. Ebu Bekr bir ân için evine kadar uzanmıştır. Haberi yok. Ömer, Osman, Ali taş gibi donmuş ne elleri oynuyor, ne dilleri… Abdullah bin Enis o türlü çarpıldı ki alıp yatağına götürdüler. Bir daha kalkamadı.

İlk beyin yırtıcı sayha:
«— Kim Allah’ın Resulü öldü, derse, paramparça ederim!»
Bu sözü Ömer söylüyor. Kılıcını çekmiş, selim akıl mümessili büyük Ömer koparıyor bu sayhayı… Hâl ve keyfiyet, bu… Herkesten yufka. fakat herkesten kuvvetli ve derin Ebu Bekr yetişti. Kalabalığı yardı, hücreye girdi yatağa yaklaştı, mukaddes başın üstündeki örtüyü kaldırdı, diz çöktü. Allah’ın Resulünün bembeyaz yüzünü eğilip öptü; ve yaş, gözlerinden akmadan uçup gitmiş, deli gibi bakanlara döndü:

«— Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Peygamber öldü.»
Sonra, âlemlerin, yüzü suyu hürmetine yarattığı o yüze baktı:
«— Hayatında ne güzeldin, ölümünde ne güzelsin!»
Devam etti:
«— Öldün… İkinci defa ölmeyeceksin!..»
Ömer gerilerde:
«— Vallahi Peygamber ölmedi: Peygamber ölmedi!»

Diye kendi kendisiyle konuşuyordu. Ebu Bekr Ömer’e yöneldi. En derin rikkat ve yumuşaklık, en keskin celâdet ve sertliğe, yâni Ebu Bekr, Ömer’e yöneldi. Esrar anlayışı selim akla yöneldi:

— Aklını başına devşir Ömer!

Ömer bir anda kendisine geldi. Ebu Bekr, hücreyi, evi, sokağı dolduranlara hitab etti. Seslerin en heybetlisi:

«— KİM MUHAMMED’E TAPIYORSA BİLSİN Kİ, MUHAMMED ÖLDÜ! KİM ALLAH’A TAPIYORSA BİLSİN Kİ, ALLAH ÖLMEZ, HAYY VE LÂYEMUTTUR!»

Sanki yattığı yerden, O konuşuyordu. Bu ölçüyü O, şu anda ölüm döşeğinde yatan, getirmişti. Bütün Medine, haber duyulur duyulmaz çığlıklar içinde… Dinî temkini tutabilenler ölüme ait âyetler okuyor.

«— Bütün nefsler ölümü tadıcıdır.»

Bilâl, Allah Resulünün defninden evvel son ezanını okuyor. Gözlerinden sakalına yas iniyor. Ve sesi hasret bulutlarını kavuracak kadar yanık, göklere tırmanıyor. Peygamber Beldesi artık katıla katıla ağlıyor. Üsâme’nin Başbuğluk sancağı Mescit kapısının önüne dikili…

Allah’a, «Refik-ül-Âlâ» ya kavuştukları hücreye defnedildiler. Hatifi bir sesin emriyle, Allah’ın Resulünü soymadan yıkadılar. Gasl esnasında, insanoğlunu mestedici semavî bir rayiha ortalığı kapladı. Kabre, Ali, Abbas ve Abbas’ın iki oğlu indi. Mukaddes vücudu kara toprağa koydular ve örttüler. O zaman Derin ve ince Fâtıma geldi, kabirden bir avuç toprak alıp yüzüne gözüne sürdü ve dedi:

«— Muhammed’in toprağını koklayan, zaman boyunca misk kokusu almasa ne gam!.. Benim üzerime öyle musibetler çöktü ki, gündüzlere çökseydi gece olurdu!»

Hazret-i Ayise:
«— Vefatlarında Nübüvvet Mühürüne baktım, yoktu. Kaldırılmıştı.»

Enes bin Malik:
«— Allah Resulünün Medine’ye geldikleri günden aydınlık ve Medine’de vefat ettikleri günden karanlık bir gün görmedim!»

KARA TOPRAK
Mukaddes merkadin basında Ebu Bekr ve Ömer… Gözleri kara toprakta… Ebu Bekr’in ileride yeri Allah Resulünün göğsü, Ömer’inki de Ebu Bekrin göğsü hizasında… Bu yeri şimdiden görüp görmedikleri ve kendi devirlerinde dünya çapında bir hamleye kavuşacak olan İslâm akınlarındaki tekbir seslerini duyup duymadıkları belli değil… Şurası belli ki içlerinde şekilsiz ve kelimesiz bir mâna çağlayanı köpürüyor:
— Allah Hayy ve Lâyemut…

Akıl ve ruhun kamaşma noktası… Tek tek ve kesik kesik fikir çığlıklariyle konuşalım:
Gaye!.. Evet!.. Bu kara toprağın karanlık dehlizlerinden geçmek. Evet!.. Hayy ve Lâyemut olanla ölümsüzlüğe ermek… Evet!.. Ebedî aydınlığa çıkmak:.. Evet!.. Bu dünyanın kendisiyle yalan, yaratıcısıyla doğru söylediği hayatı bulmak… Hayatı bulmak, hayatı… Hayat ismini verdiğimiz hayatsızlığın içinden, hayata geçmek… Gaye – İnsanı toprakta yatıyor.

İyi ama, kara toprak ve içinde O… Bu nasıl geçis?.. İşte kara toprakta… Bu gayeyi getiren, varlık gayesinin Gaye İnsan’ı Kara toprağa nasıl girer?.. Akıl!.. istersen çatla, zerre zerre infilâk et, kara toprağa kapanıp onu tırmık tırmık pençele! Ömer’in haberini duyunca kılıcını çekerken düştüğü bir lâhzalık hâl, hâlimiz… Ebu Bekr, nurânî teslimiyet ruhu; ona yapışalım. Kara toprak O’nu da alan kara toprak!.. O kapkara dudakları ki, konuşan, sırlara dil veren sıcak dudakları yemeğe mahsustur; onlar konuşsun! Ne o?

Toprağın göğsü inip çıkıyor ve dudakları kıpırdıyor. Eğilin insanlar eğilin!.. Kara toprak konuşuyor. Kulağınızı onun göğsüne dayayın ve dinleyin!.. Kara toprak ses veriyor… Kara toprak Hayy ve Lâyemut’u anıyor. Kara toprak zikrediyor… Kara toprak içinde bütün lisan ve mânaların eridiği tek kelimeyle sonsuzluğa açılan bir dehliz gibi gidip yiv yiv derinleşiyor… Kara toprak Allah’ı anıyor…

— SON —