Bu işlerden dolayı nisbetin etkisi ile şevkin artması görülmüyor. Halkın bizim sözlerimizi dinleyip İslâm’ın hükümlerine sarılmaları ne kadar güzel bir şeydir.
Peygamber (a.s) 23 sene emek verdikten sonra kavmi arasında İslâm’ın bütün hükümlerini tatbik edebilmiştir.
O halde sizler kabilelerinize her sene bir şeyler yaptırın. Örneğin onlara namaz kılmalarını emrettiniz;
onlar da tuttu ise, bir zaman sonra günahlarından tevbeyi tavsiye edin. Şu kişilere şaşıyorum. Hem sûfilik iddiasında bulunuyorlar hem de dünyayı ahirete tercih ediyorlar.
Gavs’ın (k.s) kapısında müridler nisbeti daha ön planda tutarlardı. Onun içindir ki ben dünyaları yıkılan çok mürid gördüm.
Ama ne yazık ki şimdi buralarda feyiz ve bereketi dünyaya tercih edip bu maneviyat için fakirliği zenginliğe tercih edeni göremiyorum.
Seyda-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Şevk (muhabbet, cezbe) ve şevke bağlı olarak yapılan ameller muteber değildir. Muteber olan rabıta ve vird gibi amelleri her an yapmaktır.
Bulunduğu durumu muhafaza edip zarar etmeyen mürid rabıta ve virdi her anına uygulayandır. Yani bunları bir huy edinendir. Gavs hazretlerinin beldesinde halk amel işlemeyi bir nevi huy edinmişlerdi.
Onun içindir ki nisbetini muhafaza etmişlerdir. Gerçek bir mürid zamanın büyük bir kısmını sohbetlere ayırıp mürşidinden bahsedendir. Böyle olursa bu muhabbetin kalbi istila ettiğinin alametidir.
Kalbe dayanmayan muhabbetten hayır yoktur. Yani sadık muhabbetin dışındaki sevgide hayır yoktur.
Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), yolculukları esnasında bir pınarın başında şu sohbeti yaptılar:
-Bu pınarları ihya ederek tam manasıyla istifade etmek gerekir. Böyle pınarlardan faydalanmak, etraflarına ağaç dikmekle olur. Ağaç dikene, diktiği ağaçların şefaatçi olduğu gibi, arazisini boş bırakanlardan toprak , kıyamette davacı olacaktır.
Nitekim Alâuddevle der ki: Toprağını ekmeyen kimse, o toprağın kendisinden nasıl davacı olacağını bilse o toprağı boş bırakmazdı.
Toprak Rabbine, “Bu adam beni işlemeyerek hayrımın kesilmesine sebep oldu” diye şikayetçi olacaktır. Tarlasını ekip biçen, işleyen kimse için de toprak şefaatçi olacaktır.
Zevk için yapılan yüksek binalarda çoğunlukla hayır yoktur. Yalnız han, medrese, misafirhane gibi hizmet maksatlı binaların durumu öyle değildir.
Seyda-i Tâğî (k.s) buyurdu:
“Ekmek dağıtılırken güzel ekmeği seçmeye çalışmayınız. Zira melâike-i kiram bu davranışa beddua eder. Hatta lanet okudukları da söylenmiştir.”
Melekler şöyle derler:
“Ekmeğin tohumundan ekmek haline gelinceye kadar 360 melek ve insanın hizmet ettiği bir nimet nasıl seçilir? Ekmek, sofra üzerine konulduğu zaman tandıra yapışmış olan tarafı üste, üstü de alta gelmeli. Tandır ekmeğine toprak yapışmışsa kolayca görünsün ve temizlensin.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:
Cezbe halinin meydana gelmesinden önceki her bağlılık, her türlü ilişki nefsâni arzudan doğan bir ilişkidir.
Mesela nefsin kadına bağlılığı ona karşı duyduğu arzudan ve ona yönelmiş talepten doğar.
Bu arzu ve istek kadından alınan hazzı artırmaz. Burada sözü edilen talep (istek), istenilen şeyin yok olmasıdır. Ölmesinden dolayı duyulan üzüntü demektir.
Buna karşılık cezbe hali meydana geldikten sonra ve mutlak fena derecesine ererek aşılan “tam dönüş” gerçekleşmeden önce beliren her bağlılık ve ilişki şeklî tecellilerin cezbesinden doğan kevnî bir bağlılık ve ilişkidir.
Bu bağlılık ve ilişkiye talep eşlik etmez. Mesela böyle bir kimsenin eşiyle ilişkisi, ona bağlılığı daha çok haz duymak için olur.
Bu durumda nefis onun ölümünden dolayı üzülmez, acı duymaz. Çünkü onun sevgisinin artışı, eşinin şahsı için değil, duymuş olduğu haz içindir. Bu ilişkinin sahibi büyük bir tehlike içindedir. Bu merhaleyi aşmak için büyük gayret sarf etmesi gerekir.
Çünkü bu ilişkiden çoğu kere arzu doğar. O zaman da mürid Seyr’e başlamadan önceki ilk noktaya dönerek, maazallah, helâk olanların arasına katılır.
Buna karşılık tam dönüşten, yani Mürşidin Allah´ın zatının ve sıfatlarının iyice farkına varışından sonraki ilişkiye, bağlılığa gelince; bunda nefsin hiçbir rolü yoktur.
O Allah´ın sıfatlarını tanımış olmaktan doğar ve ona asla talep (istek) eşlik etmez. Denebilir ki: “O halde Peygamber Efendimiz (s.a.v.s) niçin oğlu İbrahim´in ölümüne ağladı? Bu soruya vereceğimiz cevap basittir.
O´nun ağlaması, oğlunu kaybetmekten dolayı değil, acımasından dolayıdır. Yine, Peygamberimizin Uhud savaşında bazı askerlerin kaçmasından dolayı duymuş olduğu üzüntü Allah´ın rızasını kaçırmış olmaktan ileri gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz bu ikinci safhada istenen şeyin yok oluşundan dolayı üzüntü duyulmamasının sebebi şudur:
Çünkü bu safhada müridin gayesi cezbedir ki, o da yok olmuş değildir.
Buna karşılık ilk safhada duyulan üzüntünün sebebi, bu safhadaki müridin amacının ortadan kalkmış olmasından dolayıdır. Gerçekten ilk safhadaki ilişki ve bağlılık nefse dayanır.
İstenen ve bağlanılan şey nefsin amacı, arzusu ve ideal varlığı olduğu için yok olduğu taktirde nefis büyük bir üzüntüye düşer ve şiddetli bir acıya kapılır. Şeyh Hazretleri, bu sohbetten iki yıl önceki bir sohbetinde bu bağlılığın mahiyetini tafsilatlı bir şekilde anlatmıştı.
O zaman şöyle demişti:
Ruh, ilk önce âlem-i emirde idi.
O zaman onun Allah´tan başka bir gayesi, O´ndan gayrı yöneldiği bir varlığı yoktu. Sonra ulu Allah´ın emriyle maddeler ve cesetler alemine inince nefsin çok sapık bir yolda ve Allah´a şiddetli bir şekilde düşman olduğunu gördü.
Bu durumu görünce şöyle düşündü:
“Eğer nefs ile aralarında karşılıklı bir sevgi doğarsa bu sevgi sayesinde nefs kendisini Allah´dan uzaklaştıran sebepleri fark ederek davranışlarından vazgeçer, aşırı arzularına son verir.”
Böylece Allah ile aralarında tam bir yakınlık doğar da Allah katında yüce dereceye ve ulu mertebeye ermiş olur.
” Gerçekten ruh ile nefs arasında karşılıklı bir sevgi doğdu. Bilindiği gibi çoğunlukla sevilenler sevenleri üzerinde egemenlik kurdukları için nefs de ruha egemen olarak onu Rabb´inden ve sevgilisinden uzaklaştırdı;
onu yetmiş bin manevî zincirle kendisine bağladı. Arkasından uçları Allah´tan gayrı şeylere bağlı yetmiş bin tane daha zincir sarkıtarak bunlarla ruhu sımsıkı bağladı.
Öyle ki, ruh ne tarafa baksa gözünün önünde Allah´tan başka şeyler beliriyor, bir türlü gerçek sevgilisiyle karşılaşamıyordu.
Bunun sonucu olarak büyük bir unutkanlık hastalığına tutularak önüne çıkan her şeyi asıl sevgilisi sandı. Böylece nefsin hevasına kapılarak asıl yolundan saptı.
İşte bu dönem, ruh için nefse bağlılık dönemidir. Fakat bir süre sonra Allah´ın yardımıyla, ruh Allah´a yönelerek kendisinde bir nevi cezbe belirdi.
Fakat bu cezbe vahdet hali doğuracak kadar değildi. Tersine bu safhada şekiller manalara baskın ve egemendi.
Bağlılık büyük oranda kaybolmuş, fakat bu bağlılığın kalıntıları yeni beliren cezbenin yanında varlıklarını devam ettiriyorlardı. Bu safhadaki mürid yolunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Manalar, şekillere egemen olup da vahdet meydana gelinceye kadar bu tehlike devam eder. O zaman yolunu kaybetmesinden artık korkulmaz.
Yalnız bu defa da dış faktörlerin etkisiyle yeni koyulduğu yoldan sapma tehlikesi vardır.
Çünkü cezbesi müridi coşturarak eski isteklerinden uzaklaştırmıştı, fakat bu istekler kökten yok oldu mu?
Yoksa cezbe örtüsü altında saklı mı duruyorlar?
Mürid bunu henüz kesinlikle bilemez. Çünkü cezbe henüz tamam hale gelmiş değildir; tamam hale gelebilmesi için de marifete ermesi gerekir. Marifet hali de henüz gerçekleşmiş değildir.
Çünkü onun gerçekleşebilmesi için tam dönüş halinin gerçekleşmesi gerekir.
Mürid tam dönüş halini gerçekleştirerek Allah´ın katından mahlûkat alemine inince ilk safhadaki bağlılık ve ilişkilerini andıracak yeni bir bağlılık ve ilişkiler sistemine kavuşur.
Fakat bu ilişki ve bağlılık ilk safhadakilerin tıpkısı değildir. Buna dikkat etmek gerekir. Çünkü bu ilişki ve bağlılık, mesela;
Ulu Allah´ın zâtının kudret sıfatını taşıdığı hakkındaki kesin bir bilgiden doğar ve Allah´ın yaratıcılığından hareket ederek mahluku görür. Buna göre bu, yani ilişki ve bağlılık ile daha önceki arasında dağlar kadar fark vardır. Yüce Allah´ın ezeli inayetiyle ruh Allah´a terakki edince kendisini masivaya yani Allah´dan başka şeylere bağlayan bağlar yavaş yavaş kopar.
Bu bağların bütün hepsi kesildiğinde ruh ile nefis arasındaki bağ kalır. Ruh terakki ederken, nefis onu yardımcısız görerek arzuları ile ona yaklaşır.
Bu safha, ruhun eski ilişkilerini, eserlerini aşarak dünya ile ilişkilere yöneldiği safhadır.
-Bir kâmilin yardımı ile ruh bağlarını yavaş yavaş kesmeye devam eder. Sonunda nefisten tamamıyla koparak azametini ve sıfatlarını fark ederek tam bir geriye dönüş yapar.
Her sıfat alanında seyre başlar. Masiva ile arasındaki bağı, kendisi ile Allah arasında bağlılığın bir uzantısı olarak görür. Bu şekilde sıfatların belirmesiyle masiva ile arasındaki bağ yeniden doğar.
Fakat bu sefer masiva ile kurmuş olduğu ilişki daha önceki ilişkiden farklıdır. Çünkü bu seferki ilişkinin dayanağı yüce Allah´tır.
Daha önceki ilişki ise nefisten kaynaklanıyordu. Bu safha, mutlak fenanın ön safhası olan kulluk seyri safhasıdır.
Mutlak fena; müridin kendi iradesinden sıyrılarak Rabbi´nin iradesine teslim olması demektir.
Bu safhada müride hiçbir şey zarar vermez. Buna karşılık ilk ve ikinci safhadaki ilişkinin kaynağı nefis idi. Bu safhalar arasında ki farklar şöyledir:
Birinci safhadaki ilişki, nefsin arzusu doğrultusunda olduğunda ruh, Allah´ı arzu etmemektedir. Bu ise delâlete düşmektir.
İkinci safhada, yine nefsin arzusu vardır. Yalnız burada ruhta kendi amacı istikâmetinde cezbe meydana gelir. Nefsin bu safhada yine nefsin, ruhu yoldan çıkarma ihtimali uzak değildir.
Üçüncü safhada, ki ilişkinin kaynağı Allah’tır. O´nun muradına yöneliktir. Bu safha mutlak fenanın başlangıcı ve Peygamber (a.s) Efendimiz´in istiğfarı emretmiş olduğu kulluk seyri safhasıdır.
Bu safha Allah´a tazarru ve niyazın devamlılığında karar kılmaktan ibaret olan dönüşün tam anlamıyla gerçekleşmesinden sonra meydana gelen safhadır.
Kişi kulluk seyrini tamamlayınca Allah´ın zatî sıfatlarını ve kemâlâtını görerek nefsinin kusurlu olduğunu idrak eder.
Nefsinin arzularını gören kimse Allah ile arasında hiç bir ilişki olmadığının farkına vararak vuslat davasından istiğfar eder. Sözlerinin bu kısmında ben (İbrahim Çokreşî):
–Gavs-i Hizânî (k.s) Hz.leri bazı müridlerinî, istiğfar eden manasına gelen müstağfir unvanıyla çağırıyordu.
Halbuki o müridler o makama gelmemişlerdi. Bu şekilde hitap edilmelerinin hikmeti nedir? diye sordum.
Seyda-i Tâğî (k.s) bana şöyle cevap verdi:
O hitap şekli Gavs (k.s) Hz.lerinin özel terimlerindendi. O durumdaki müridlerin istiğfarı kendilerini yetersiz ve kusurlu görmelerine dayanırsa da bu bir makam değil, o yüce makamdan çıkan şimşeğin parıltısıdır.
Nitekim müridin hayreti de son noktaya ulaşmış olan bir marifetin sonucu meydana gelen bilgisizliğin sebep olduğu asıl hayret değildir.
Müridin hayreti aşırı muhabbetin sebep olduğu dehşet duygusundan kaynaklanır. Bu hayret marifetten olmadığı için sahibinin aklını kaçırmasına yol açar.
Yetersiz hafızamın ve uyuşmuş düşüncemin bu konu hakkında, Seyda-i Tâğî (k.s) Hz.lerinin sözlerinden kaydedebildikleri bunlardır.
Zaten Şeyh Hz.leri, halifelik yükünü omuzlarıma yüklediğinden beri zihnim ve aklım günden güne zayıflamaktadır.
Vallahi bu yükün ağırlığı genç yaşıma rağmen beni yaşlandırdı, bu dünyadan ayrılarak beka alemine göçme arzusunu kökleştirdi. Çapımın küçüklüğüne rağmen bir filin taşıyabileceği kadar ağır bir yükün altına girdim.
Allah’ım Peygamberler ve sıddıklar hürmetine bizi kendi kusurlarımız yüzünden hiçbir zaman şeyhimizin gölgesinin altından çıkarma. Amin!…
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sohbeti sırasında aşağıdaki âyeti celilenin manası çerçevesinde bize hem müjdeleyici, hem korkutucu nasihatlerde bulundu:
“O gün; takva sahipleri dışındaki samimi dostlar, birbirlerine düşman olurlar.” (Zuhruf: 67)
Şeyh Hz.leri bu ayetin açıklamasında şöyle buyurdu:
Buradaki takvadan maksat, dostluktaki mutlak takva değildir. Gerçi mutlak takva da dostlukta yeterlidir.
Dostların birbirlerine şefaatçi olmalarını engelleyen günahlar, işbirliği halinde işlenen günahlardır.
Bu duruma göre dostlar, dostluklarını günah işlemenin bir vasıtası olarak kullanmamış oldukları takdirde, birbirlerinin varsa diğer günahlarına şefaatçi olabilirler.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) “Akıllı düşman ahmak dosttan daha iyidir.” dedikten sonra sözüne şu misâli getirdi:
Bir adamın bir maymunu vardı. Gece kendi uyuduğunda, düşmanlarından korumak üzere terbiye etti.
Eline hançer vererek nöbet tutturdu. Adamın düşmanlarından biri onu öldürmek maksadıyla gizlice evine girdi. Fakat o sırada o adamın göğsüne tavandan bir örümcek düştü.
Maymun örümceği görür görmez hemen hançere sarılır ve örümceği öldürmek ister. Düşman olarak eve giren adam maymuna engel olur.
Çünkü cesur bir insanın, ahmak bir hayvanın elinde ölmesine gönlü razı olmaz. Gürültüler üzerine uyanan ev sahibi ne olduğunu sorar. Düşmanı, durumu açıklar. Bu hâdise barışıp dost olmalarına sebep olur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri bir kadiri dervişinin, huzuruna selam yerine ” Yâ Hû” diyerek girmesi üzerine kendisini ikaz ederek şöyle buyurdu:
Niye Efendimiz´in (as) sünnetini terk ediyorsun. Gerek Peygamber (a.s) ve gerekse Sahabe-i Kiram, selamlaşmaya önem vermişlerdir.
Sahabiler Peygamber (a.s) Efendimizle karşılaşınca “Esselamü aleyke ya Rasulallah” diyerek selam verirler.
Peygamber (a.s) de “Aleykesselâm” diye onların selamını alırdı.
-Hayret, siz şeriatın önemli bir adetini terk edip sünnette olmayan bir âdet çıkartıyorsunuz! Yanlış anlamayın:
“Yâ Hû” sözünü sevmediğimi zannetmeyin. Yüce Allah´a hitap eden her söz şereflidir.
Benim kızdığım mesele o sözün selam yerine kullanılmasıdır. Böyle davranmakla sünneti ortadan kaldıran bir âdet başlatılmış oluyor.
Sünneti ortadan kaldıran her âdet ise bid´attir. Doğru olan davranış önce selam vermektir. Selamdân sonra isterseniz “Yâ Hû” da deyiniz. Önemli olan şeriata uymaktır.
Kerametler önemli değildir. Şeriata uymayan bir kimseden binlerce keramete benzer olağan üstü haller görseniz, şeyhliğine kulak asmayınız.
Şeriata bağlı olarak gördüğün bir kimsede de hiç bir keramet görmemiş de olsanız teslim olunuz, arkasından gidiniz.Kerameti olmasa da o kimse şeyhtir.
Keramet peşine düşenlerin Deccalın ardına düşmesinden endişe ederim. Çünkü o istidraç mahiyetinde velîlerden daha çok olağanüstü haller gösterir.
Şeriata bağlı olmayan tarikat davası iftiradır, yalandır.
İmam-ı Rabbani (k.s): Şeriat ile tarikat birdir. Şeriata uyan şey tarikata da uyar. Buna karşılık şeriata aykırı olan şey tarikata da aykırıdır, buyurmuştur.
Ben de diyorum ki:
“Şeriata aykırı bir hareketimden dolayı beni döven bir mürid, benim gözümde, bu tür hareketlerimde beni onaylayan müridden daha iyidir.”
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri sohbet notlarının yazıya geçirilmesinin önemi hakkında şöyle buyurdu:
Zaman devam ettiği müddetçe yüce Allah´tan dileğim, insanların Allah´ın izni ile mâsivayı terk ederek yüce Nakşibendi tarikatını açıkça öğrenmek için bu kitaptan istifade etmeleridir.
Bu kitap etrafında sımsıkı birleşmeleridir. Bu maksad uğruna, şevk ve muhabbet iksirinden çokça içmeyi bir yana bıraktım.
Korku ve üzüntü içerisinde, vecdden ve cezbeden uzak olan devamlı murakabeyi artırmayı, vecd ateşini tutuşturmayı ben de bilirim.
Gerçi muhabbet çalışmayla olmaz denilmiştir. Havasların yükselmesi muhabbete bağlı olmadığı gibi muhabbet de çalışmaya bağlı değildir.
Şeyh Hz.lerinin bu sözlerine huzurda bulunan iki faziletli alim zât da şahit oldular.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdular:
Halifeler iki şeyden zarar görür.
Birincisi; varlık duygusudur.
Halifenin kendinde, şeyhinde olmayan bir makamın veya kemalin var olduğunu zannederek (Allah korusun), şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi bir duyguya kapılması, kendisini mürşidinden üstün görmesidir.
Bu duyguya kapılan halife, mürşidinin bazı düşünce ve hareketlerine itiraz etmeye başlar. Sonuçta helak olur.
Çünkü şeyhinin kahrından çekinmeyeceğinden ona karşı edebe aykırı davranır, terbiyeye muhtaç olmadığını hissettirir.
Halbûki, bazı terbiye edilmesi gerekli hususların şeyhin tasarrufuna bağlı olduğunu, kazandığı bütün hal ve makamların mürşidinin tasarrufuna bağlı olarak gerçekleştiğini bilmez.
Nitekim Mevlânâ Hâlid Bağdadî´nin (k.s) bir halifesi bu duruma düştüğünden en çirkin şekilde tarikattan kovulmuştur. Bize onun durumu geniş olarak açıklandı.
edilen halife, çevresinde büyük bir heyecan uyandırmış, talihliler tarafından çok büyük rağbet görmüş.
Bu duruma aldanarak şeyhini aştığı zannına kapılmış. (Allah korusun), artık şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi davranmaya başlamış.
Böylece tarikattan da kovulmuştur. O sıralarda Seyda-i Tâğî (k.s) Hz.leri bu fakiri yüce kapıdan dışarıya göndererek halka tevbe vermekle görevlendirmişti.
Bunun üzerine halk arasında bana karşı layık olduğumdan daha fazla şevk ve hürmete sebep oldu. İşte o günlerde mürşidim bana nasihat ederek şunları söyledi:
-Eğer bazı irşad ve terbiye görevleri gerektirmeseydi seni yanımdan ayırarak hizmete göndermezdim.
Başlıca arzum, bu hizmetten dolayı belirebilecek bazı kalb hastalıklarını aşarak onlardan kurtulmandır.
Dikkatli ol. Senin nazarında en önemli olan şey nefsinin ıslahı olsun. Dünya muhabbetinden, kendini şeyhine muhtaç olmama hatasından uzak dur.
Allah’ım bizleri helak olanlardan eyleme. Sözlerinin devamından ikaz edildiğim sırada edebe aykırı olarak cevap yetiştirmeye kalkışmamamı emretti. Sözlerine şöyle devam etti: Azat kabul etmeyen köle gibi ol. Sana verilecek emirleri gözle.
Vesveselere aldırış etme, aldığın emirlere uy, kendini, aileni ve akrabaları devamlı şekilde denetle; yeri geldikçe onları uyar.
Halifelerin zarar gördüğü şeylerin ikincisi şudur:
Yine Mevlânâ Hâlidi Bağdadî (k.s) Hz.lerinin halifelerinden biri bu meseleden dolayı tard edilmiştir.
Bu halifeye bazı dünyalık şeyler hasıl olmuştu.Varlık duygusuna sahip değildi. Kendisinde şevk hasıl olmasına rağmen nefsini hiç olarak görüyordu. Bu aşağılık duygusunu şeyhi hakkında da düşünmeye başladı.
Şeyhimin durumu da benimkinden farksızdır diyerek aklına göre kendine güvenmeye kalkıştığı için helak oldu.
Şeyh Hasan Aktepe Hz.lerinin bir halifesi de aynı sebepten kovulmuştur. Kovulduktan sonra kadı oldu ve müridliği tamamen bıraktı.
Halifelerin zararına sebep olan bu iki husus da ihlas ve muhabbet azlığından ileri gelir.
Çünkü muhabbeti tamam olan kimse şeyhinden başka bir varlık görmeyeceği gibi; kendisini sermayesiz müflis de saymaz. Zira şeyh en büyük sermayedir.
Mürid hizmet eder, şeyh de değerlendirir. Şeyh Hz.leri sözlerine devam ederek muhabbetimi artırmamı emretti ve sözlerini şöyle bağladı:
-“Müridliğin ilk döneminde bana karşı olan muhabbetinden dolayı çevrendekilerden aciz olman muhabbet-i zatîdendi. Şeyhinden başka bir varlığı görme, kendini iflas etmiş gibi bir duyguya da kaptırma”
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri, imamının halifelik iddiasında bulunduğu bir köye irşad için gidip gitmemek hususunda şöyle buyurdu:
-Bu köye tevbe vermek için gitmemizin hiç bir faydası yoktur. Çünkü o halifelik iddiasında bulunan, köylüyü tevbe etmekten vazgeçirmek için elinden geleni yapacaktır. Allah´ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Onlar doğru yolu görseler ona koyulmazlar da eğri yolu görseler ona koyulurlar.” (Araf: 146)
Ben (İbrahim Çokreşî) dedim ki: Duyduğuma göre Gavs-i Hizânî (k.s) bu durumlarda murakabeye dalarak istihare yapardı. Bir işaret bulursa yola koyulur, yoksa vazgeçerdi.
Acaba siz gidip gitmemek hususunda ilham talebinde bulunmaz mısınız?
Bana şöyle cevap verdi:
O sayfayı kapattım. Çünkü ilham talep etmek tarikattan değildir.
Peygamber Efendimiz´in (a.s) ve sahabelerin geleneği müşavere idi. Bizim yolumuz da belirli konularda müşaveredir.
Meselâ halife tayin ederken murakabeye dalarak istihare yapılır. O mesele müşavere ile halledilemez. Sadece bazı ihtiyaçlardan dolayı zaruri halifelik müşavere ile olabilir.
Tevbe etmek isteyen kimseler için, müşavere yolu ile aksine karar verilmemişse, tevbe edecek kimsenin bir fonksiyonu olamayacağından ilham gereğince amel edilebilinir.
Fakat müşavere ile alınmış bir karar varsa ilhama göre hareket etmeyip müşaverenin sonucuna bağlı kalmak doğrudur.
Bu yüzden sahabe-i kiram; Peygamber Efendimiz (a.s), herhangi bir konuda bir söz söylediğinde:
Bu konuda kesin bir bilgiye dayanarak mı söylüyorsunuz? Yoksa şahsı görüşünüzü mü beyân ediyorsunuz? diye sorarlardı.
Eğer Peygamber Efendimiz (a.s): “Şahsi görüşümü beyan ediyorum.” derse konuşurlar, yoksa ağızlarını açmazlardı.
Seyda-i Tâğî (k.s) Hz.leri hangi konuların ilham ile yapılacağını sadece büyüklerimizin tesbiti ile mümkün olacağını belirtti.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri müridleri bid´atlerden kaçınmaya çağırarak şöyle dedi:
Çok el öpmeyin. Çünkü; el öpmek bid´attır.
Sahabelerin adeti musafaha (el sıkışma) ve muânaka (kucaklaşma)dır.
İlk görüşme ile ayrılırken vedalaşmanın haricinde el öpmek uygun değildir.
Konuşmasının burasında bana dönerek:
Sûfilere bu sık sık el öpme alışkanlığından vazgeçmelerini söyleyiniz. Halbuki sûfiler bugüne kadar her karşılaştıklarında ve her ayrıldıklarında, üstadın elini öpmeyi âdet edinmişlerdi.
Sözlerine devamla:
El öpmekten daha çirkini ayak öpmektir. dedi. Üstad, kendi ayaklarını öpmek isteyenleri şiddetle kovardı.
Tekrar bana dönerek: Halkın ayaklarınızı öpmesine sakın göz yummayınız.
Çünkü; ayak öpmek büyüklerimize göre çirkin bir bid´attır. dedi.
Sözlerinin burasında Gavs-ı Hizânî (k.s) hazretlerinin halifelerinden Halid Ölekî hazretlerinin derlemiş olduğu ”Minah” kitabında Gavs-i Hizânî (k.s) hazretlerinin ayağını öpmek isteyen bir kimseyi bid´attır. diye azarlaması üzerine nakletmiş olduğu hadisi hatırlattım:
“Adamın biri, Peygamberimizin elini öpmek için izin istedi. Peygamberimiz adama izin verdi.
Aynı adam Peygamberimizin ayağını öpmek istedi, buna da izin verdi.
Fakat adam Peygamberimize secde etmek isteyince buna izin vermedi.”
Seyda-i Tâğî (k.s) hazretleri cevabında sadatı kiram efendilerimizin böyle bir hareketin sünnette yeri olmadığını belirttiklerini, Gavs-ı Hizânî (k.s) Hz.leri de şeyhi Seyyid Tâhâ (k.s)´nın da bu tür hareketi yasakladığını kendisine anlattığını, ayrıca bu tarikatın bir kısım halifelerinin de bu görüş üzere hareket ettiklerini söyledi ve şu kıssayı anlattı:
Mevlânâ Hâce Muhammed Parisa Hz.leri ölünce oğlu ayaklarını öpmeye kalkıştı. Fakat babası ayağını kaçırınca oğlu öpmekten vazgeçerek “Anladım ki, bu hareket bid´attır.
Babam onun için buna izin vermedi” dedi. Daha sonra bu konudaki sözlerini söyle bağladı: Keşke gerek şeriat açısından gerekse tarikat açısından bid´at olan hareketleri belirten bir kitap yazsaydın. Çok el öpmek muhabbeti azaltır. Bundan kaçının! Bundan kaçının! Bundan kaçının!
Abdurrahmîn-î Tâğî (k.s) Hz.leri buyurdu: Eğer bu yüce tarikattaki nisbete hiç bir şeyin ve hiçbir hizmetin denk olamayacağı ve yolumuzda ibadetin her çeşidine gereken önemin verildiği kesin bir şekilde sabit olmasaydı zühd yolunu seçip, zahidlerle birlikte olurdum. Fakat zâhidler, cihadla ilgili görevlerini yerine getirmezler.
Cihad hizmetinden geri kalmaları nisbetlerini batıl kılar. Onların nisbeti sadece dilleri ile zikrederken vardır. Sustuklarında ortadan kalkar. Oysa bu yüce tarikatın nisbeti her meseleyi içine alır.
Bu yüzden, daha önceki şeyhimi bırakarak Gavs-i Hizani (k.s) Hz.lerinin tarikatını tercih ettim. Önceki şeyhim, sünnet gereği olduğunu belirterek, devamlı şekilde sesli zikir yapardı, fakat cihad yapmazdı.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri müridleriyle birlikte sofraya oturmuş, lezzetli bir yemek yerken şunları söyledi:
-Müridleri böyle sofralarda bir araya getirmekten maksadım, tarikat kardeşlerine karşı muhabbetlerini ölçmektir.
Kim yemeğin lezzetlisini bırakıp da daha az lezzetlisini yerse kardeşlerini kendine tercih ettiği için tarikat muhabbetini edinmiş demektir.
Gavs-i Hizânî (k.s) Hz.leri beraberinde yemek yiyenlere yemeğin üzerindeki etleri ve tabağın dibindeki yağları yemeyerek arkadaşlarına bırakmalarını tavsiye eder.
Bu arada Seyda-i Tâğî (k.s) Hz.lerine toplu olarak yemek yemekten rahatsız olduğumuzu söyleyince şu cevabı verdi: Rahatsızlığınızın sebebi, toplu yemekten dolayı değildir. Çünkü en hayırlı yemek çok elin uzandığı yemektir.
Fakat şeyh ile birlikte yemek yemenin zararlı olduğu kesindir. Yalnız sohbetin hazzını yemek lezzetinden üstün tutanlar, yemek seçmeyenler ve kendini sohbetin hazzına kaptıranlar zarar görmezler.
Nitekim Gavs-i Hizâni (k.s) Hz.leri “benimle birlikte yemek yiyen herkes zarar gördü” demişti. Beni ise bu zarar görenlerden istisna etmiştir. Mürid yemesinde, konuşmasında ve uykusunda gafleti kovmaya çalışmalıdır.
Bizim gibiler gafleti kovmaya çalışmalıdır. Bizim gibilerin gafleti koyabilmeleri için rabıtalı olarak yemek yemeleri, cezbesiz konuşmamaları ve rabıtasız uyumamaları gerekir.
Abdurrahmân-î Tâğî (k.s) Hz.leri buyurdu:
-Kim sözleri ve hareketleriyle şeriata uymaksızın şeyhlik iddia ederse, o kimse yalancıdır. Çünkü Ebu Yezid Bestâmî Hz.leri, şeyh olduğunu ileri süren bir kişinin ziyaretine gittiğinde, adamın mescide sol adımını atarak girdiğini görünce,“bu adam sahtekâr” diyerek görüşmeden geriye dönmüştür.
Böyle kimselere, şeriatı esas almaksızın sadece hallerine bakarak uyan kimse yanılmıştır. Böyle bir kimse Deccal´a da uyabilir. Çünkü Deccal´dan birçok olağan üstü haller zuhur edecektir.
Mesela şeriat ölçüsü ile bakanlar ise Deccala tabii olmaktan muhafaza edilirler.
Deccal, Allah´lık iddia eder. Şeriata göre Allah´ın hâşâ kör olması veya eşeğe binmesi söz konusu olamaz. Eğer böyle bir sahtekâr peygamberliğini ilân etse, şeriata bağlı olan kişi buna da aldanmaz.
Çünkü o kimse Hz. Muhammed Mustafa´nın (a.s) son peygamber olduğuna ve O´ndan sonra da Peygamber gelmeyeceğine inanmıştır.
Böyle bir kimse Şeyh olduğunu iddia etse, şeriata bağlı olan kimse buna da aldanmaz. Çünkü, şeriatsız, rükusuz, secdesiz şeyhlik olmaz.
Şu halde, doğru bir itikat sahibi olmadan ehl-i sünnet vel cemaat yolunu benimsemeden, hareketleri ve sözleri şeriata uygun hale getirmeden müridlik olmaz. İmam-ı Rabbani (k.s) bu hususu şöyle ifade eder:
-Bu iki kanat olmaksızın (şeriat,tarikat), kudsî aleme doğru uçmak imkansızdır.
Tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriata uyan her mesele tarikattandır. Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriatsız ulaşırım diyen herkes zındıktır.
Bana göre avam için gerekli olan tarikat; Fatiha suresini okumak, icmalî bir şekilde doğru bir inanca sahip olmak, ipekli elbise giymeye ve başa ipekli mendil bağlamaya tevbe etmek, yabancı kadınlarla baş başa kalmamak, hatta bu kadınlara bakmaya son vermektir.
Yabancı kadınlara bakmakta nisbet olduğunu iddia eden kimse yalancıdır.
Seyda-i Tâğî (k.s) Hz.leri bir çok sohbetlerinde yabancı kadınlarla ilgilenmeyi, onlara aşık olmayı şiddetle menederek şöyle demiştir: Yabancı kadınlara âşık olduğunu iddia eden kimseye sâlik ismini taşımak haramdır.
Böyle yapan kimse bilsin ki benim tarikatımdan çıkmış olur. Onun bu hareketi bizim yolumuzla bağdaşmaz. Hatta bizim dairemizin dışına düşme sebebidir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri bana hitap ederek şöyle buyurdular: Halife olmak az şey değildir. Nitekim âyeti kerime de şöyle buyurulmuştur:
“Allah´a davet edip de, sâlih amel işleyen ve şüphesiz ben Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet:33)
Halife olanların şu hususlara dikkat etmesi gerekir:
Şeriata ve büyüklerimizin koyduğu kaidelere, kurallara sıkı sıkıya bağlanması gerekir.
Dünyaya meyletmemelidir. Çünkü; dünya sevgisi bütün günahların başıdır.
Dünyaya yönelmek sâdece mal sevgisinden ibaret değildir. Başa geçme, şöhret sahibi olma, insanları peşinde sürükleme sevdası da dünya sevgisinden sayılır.
Bu hastalıklardan kurtulmak için kullanılacak silâh nefse karşı düşmanlık silahıdır.
Şeyhlik makamına geçen kimse; oturmasında kalkmasında, yemesinde, ve giyinmesinde kısaca bütün hareket ve davranışlarında şeriatın hiçbir inceliğini ihmal etmemelidir.