Talep ve Yükselme Arasındaki Fark [2]

Cenab-ı Hakk Musa´nın (a.s) kavmini bela ve musibete çarptırdığı zaman bir kıpti ile bir İsrailli arasında samimi bir dostluk var idi.

Kıpti çok susayıp su içmek istediği zaman içeceği su kana dönüşürdü. Bundan mütevellit kıpti İsrailliden su istedi. İsrailli kıptiye ricası gereği su vermek istedi, ama ne yazık ki su yine kana döndü. Bunun üzerine kıpti İsrailliye dedi:

-Sen suyu ağzına al, bana ağzından ikram eyle dedi.

Bu işi yaptılar, su İsraillinin ağzında kana dönüştü. Bütün bu işlerden sonra kıpti durumundan arkadaşına şikayette bulundu.

Arkadaşı dedi:

-İman et ve kurtul.

Kıpti dedi:

-Nasıl iman edeyim.

-İsrailli; ”Dua et ihlas sahibi olup iman et.” dedi.

Kıpti ihlasının olmadığını ayrıca ahvalinin bozuk ağzının ise pis olmasından mütevellit duasının kabul olmayacağını belirtip İsrailliden kendi adına dua etmesini istedi.Bu istek üzerine İsrailli dua etti, kıpti ise hidayete gelip iman etti.

           İşte ben (Seyda-i Tâğî (k.s)) sohbet zamanı geldiğinde kendimi o kıpti gibi görüp, sohbete katılanları ise İsrailli sanıp onların gölgesi altına girmek isterim. Böylece ihlas sahibi olarak sohbete katılanların himmet ve duası ile Cenab-ı Hakk´ın rahmetinden bir nebze olsun gelmesini umuyorum.

Abdurrahman Tâğî (k.s) Hz.lerine ibadetlerimizle ilgili dedik ki:

-Efendimiz bizler ibadet ederken sabırlı olamıyoruz. Bazılarımız ise ibadetten ne sıkılıp ne usanıyorlar tam tersi gayet zevk alıyorlar.

Seyda-i Tâğî (k.s) bizim bu sözlerimiz üzerine dedi ki:

-Her iki kıssaya da iki kimseye de. İbadet etmeye muvaffak olan kimseler hem şükretmeli hem istiğfar etmeli. Şükretmenin sebebi, ibadet etmeye muvaffak olabildikleri ve buna sabretmiş olmalarıdır.

Afvu mağfiret dilemenin gerekçesi ise Cenab-ı Hakk´a karşı yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır. İbadet eden bir kişi şöyle düşünmelidir.

Cenab-ı Hakk kendisine sabır ve güç verdiği için ona ibadet edebilmektedir. Ama bütün bu devamlı ibadet ve taata rağmen Cenab-ı Hakk´a yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır. Ayrıca sanki vaktini isyankar bir şekilde kullanmış gibi bu eksikliğinden dolayı da Cenab-ı Hakk’tan affı mağfiret dilemelidir;

İbadete muvaffak olan kimse, zahiri amelleri işlemeye muvaffak olamayan ve bunlar için gereken sabra sahip bulunmayan dostundan nisbet beklemelidir.

Bir zaman bir mescidde bir kişi namaz kılıp bir kişi de uyuyordu.

Şeytan gelip namaz kılana dedi:

Şu uyuyan kişiye dua et, ondan çekinmesem senin imanını alırdım. İbadet eden kimse kendini bu kıssadaki namaz kılanın yerine koyarak ibadet edemeyen arkadaşından nisbet bekleyecek.

İbadet yapmak için sabır sahibi bulunmayanlar ve ameli salih işlemeyenler her zaman Cenab-ı Hakk´tan affı mağfiret dilemelidirler.

Cenab-ı Hakk nimetlerinden mahrum bırakmadığı halde onlar kulluk vazifesini yapmamış üstelik de günah ve isyana dalmışlardır.

Büyüklerimizden devamlı himmet dileyip, onların gölgelerinden ayrılmamalıyız. Müntesip olmaktan başka bir makam ve derece iddia eden müridin başına toprak atıla… Çünkü intisap zahiren bile olsa milyonlarca dereceden daha hayırlıdır.

Sebebini sorarsanız intisap sevgili ile birlikte olmayı gerektirir. Velev ki kişi bir müddet azaba dahi tutulsa, akabinde cennete girip sevgili ile beraber olmayı gerektirir.

Nimet ise hiçbir şeyle ölçülmez. Ama bir de şu vardır. Mürşidin kahrından hiçbir zaman emin olmamalıdır.

Nitekim Gavs (k.s) bir gün bu konuda şöyle buyurdular:

Mürid ile Mürşidin durumu aslan ve karakulak gibidir. Karakulak aslanın yanından ayrılmaz, fakat onun yanına da sokulmaz.

Sebebini ise şöyle izah ederdi:

Ben çok zayıfım kendimi bana saldıracak olan diğer mahlukattan koruyamam. Onun için aslandan ayrılmıyorum. O Aslanın yanına tam sokulmayışımın sebebi ise aslanın çok titiz oluşudur. Çünkü bir hata yaparsam beni yer.

Bazı büyükler aynı konuda şöyle demişler:

Mürid tavuk gibi olmalıdır. Çünkü tavuk sahibinin evinde barınır ve evcildir, insanlara bağımlı olarak yaşar, öyle alışmıştır. Ama hiçbir zaman insanoğlunun hilesinden de emin olmaz. Bu yüzden evcil olmasına rağmen sahibine sokulmaz.

Bundan dolayı sahibi onu besler ve onunla ilgilenir. Diğer hayvanların durumuna bakınız çok değişiktir. Genel olarak hayvanlar vahşi oldukları takdirde insana yanaşmaz.

Buna karşılık evcil hayvanlar ise sahiplerinden çekinmeyip ev halkı ile ünsiyet halinde olurlar. Bundan dolayı insanlar evcilleştirdiği hayvanların artık eğitim ve bakımları ile ilgilenip ona bakmazlar.

Bunun yanında bazı insanlar onlarla ilgilenince ya ölür veyahut kapıdan uzaklaşırlar, oysa tavuğun durumu böyle değildir.

Ben (Seyda-i Tâğî (k.s)) Gavs Hz.lerini daima cezbe halinde görürdüm. Onun bir an dahi olsun cezbesiz kaldığını ne gördüm ne fark ettim.

Ayrıca bir an dahi olsun onu gaflet halinde göremedim. Bütün bunlara rağmen o ne rabıtayı ne de bağlılık makamını terk etmiştir. Bir gece beraber gidiyorduk cezbe halinde nasıl bağlı olunduğunu sordum. Yol arkadaşımız bize fener tutup yardımcı oluyordu.

Gavs (k.s) dedi:

Senin sorun bu yolculuk halimize benziyor.

Şöyle ki sûfinin elindeki fener vasıtasıyla biz yolumuzu görüp birbirimizi tanıyoruz. Burada hikmet sizden değil fenerdendir. Fener sönse biz karanlıkta kalırız.

Yani mürid kendi cezbesini şeyhinden bilmelidir. Şeyhten gelen cezbe kesilirse mürid kendi nefsi ile baş başa kalır.

Seyda-i Tâğî (k.s) bu konuda Gavs´ın (k.s) mensublarından olan Molla Muhammed Mirza´nın şu mısrasını okudu:

Fenerin yanında olurdu benim beyaz sevgilim

Ben başından ayağına kadar her şeyine dikkat ettim.

Molla Muhammed´in bu beyitteki fenerden gayesi Gavs-ı Azam´dır.

Beyaz sevgiliden gaye de Seyyid Tâhâ´dır (k.s). Çünkü o Seyyid Taha´yı (k.s) Gavs´ın (k.s) vasıtasıyla tanıdığını söylemiştir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

-Mürid ya amelle ya da başka sıkıntılarla imtihan edilir. Sözlerinin burasında amelle imtihan edilmenin ne olduğunu sorduk.

Cevaben: Amelle imtihan olmak, amelden bir an boş kalmamaktır.

Ben (İbrahim Çokreşî) kendisine daha önce söylemiş olduğu “Kim kendisine musibet değmemesini isterse kalbini cezbeden boş bırakmamalıdır. Zira Allah (c.c) kendisiyle meşgul olan kalbi musibetlerle meşgul etmeyi istemez.”

Sözünü hatırlatarak şimdi söylediğinin daha önceki sözüne uygunluğunu sordum.

Evet uygundur.

Gavs (k.s) aynı şeyi söylemiştir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri beni (İbrahim Çokreşî) iki kişinin arasını bulmak için görevlendirdi. Görevim gereği bu zatların aralarını buldum. Fakat bir zaman sonra davacı olan kişi benim verdiğim kanuna razı olmayarak “İbrahim karşı tarafı gözetti.”demiş.  Ayrıca davalı da benim kararıma itiraz etmiş.

Seyda-i Tâğî (k.s) bu durumları duyunca dedi ki:

Bir sulhun Allah (k.s) için yapıldığının alâmeti odur ki, her iki taraf da razı değildir. Bir sulh Allah (c.c) için yapılmazsa alâmeti odur ki, her iki taraf da razı ola. Senin arabuluculuğun Allah (c.c) içindi. Ama senin arabuluculuğun bana zor gelmiştir.

Çünkü taraflardan birisi akrabam idi. Demek ki akrabalık yüzünden senin arabuluculuğun bana ağır gelmişti. Fakat karşı tarafın da hükme, razı olmadığını öğrenince çok sevindim.

Mübarekten bu haberi duyunca ben (İbrahim Çokreşî) kalkarak hürmetle ellerini öptüm.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri sûfilere daha fazla amel yapmaları için dergahta kalmalarını tavsiye ederek şöyle buyurdu:

Ben sizlerin her gün evime gelip ikindiye kadar gözleriniz kapalı olarak sükût sohbeti (konuşmadan oturmak) yapmanızı istiyorum.

Çünkü bu Gavs (k.s) Hz.lerinin âdeti idi. İkindi vaktinden akşama kadar sükût etmek de Mevlâna Hâlid´in (k.s) âdetidir. Ben sizin, yanımdan (evimden) ayrıldıktan sonra evlerinize gitmenizi isterim.

Seyda (k.s)´ya sorduk:

Efendimiz evinize gelemezsek ne yapalım?

Mübarek buyurdular ki:

Gavs Hz.lerinin himmet ve tasarrufatına nail olabilmek için iki gün evime gelseniz kâfidir.

O zaman biz dedik:

“Şeyhimizin himmetiyle bir gün dahi gelsek yeterlidir.”

Mübarek bir şey demedi. Ama yüzünün ifadesinden bu sözümüze sevindiğini anladım.

Çünkü bana önceki bir sohbetlerinde şöyle demişlerdi:

“Sana vermiş olduğum emri bir defa bile olsa uygula”  Yani, mürşidin emrini bir defacık bile olsa yerine getirmenin, o emirle ilgili nisbeti elde etmek bakımından defalarca yerine getirmek gibi faydalı olduğuna işaret etmişti.

Seyda-i Tâğî (k.s) bir yakını ile birlikte bulunmayı kendisine tercih eden müderrise şunları söyledi:

Tarikat iki türlüdür.

Birincisi: sâdece mürşide uymaktan ibarettir. Yani, insan mürşidine biat ettikten sonra evine çekilir, İslâm’ın prensipleri ile, komşu hak ve hukukuna riayet edip, başka bir iddiada bulunmaz.

İkincisi: Tarikat dervişliğidir. Tarikatın bu türlüsünün kaidesi ise teslimiyettir. Yâni dünyevî ve uhrevî konuları kalpten çıkarmaktır.

Nisbet belki ev köşelerinde belki de mezar kovuklarındadır. Gaye ve maksat nisbeti temin olmalıdır. İnsanı Allah yolunda ana-baba vesaire hiç bir şey alıkoymamalıdır.

eygamber (a.s)P Selman-ı Farisî hazretlerine şu sözlerle övmüştür: “Senin arkandan öyle cemaatler gelecek ki, eğer iman Süreyya gezegenine kaçsa onu mutlaka geri getirirler”.
(Feyzül Kadir 5/323 No:7464)

Seyda-i Tâğî (k.s) şöyle devam etti: Tarikat zamanımızda çok belirginlik kazandı. Gerek Gavs hazretlerinin, gerek Seyyid Tâhâ hazretlerinin, gerekse diğer büyüklerin döneminde böyle değildi. Şayet onlar bugün sağ olsalardı aziz nisbeti almak isteyeceklerdi.

Buna göre gayret göstermek ve amel işlemek lâzımdır. Bakınız size yeminle söylüyorum ki, bu nisbeti eğer bu eşikten alamazsanız onu başka yerde bulamazsınız. Mürid mutlak surette şöyle düşünmelidir:

Ömür üç gündür: Biri geçmiş, biri gelecek, diğeri ise içinde yaşadığımız gündür.

Mürid yaşadığı günü iyi değerlendirmelidir. Geleceğinden hesaba çekilmez. Orta halli bir mürid ise ömrünü iki saat olarak bilmelidir. Bunlar; biri içinde yaşadığı saat, diğeri ise gelecek saattir. Kâmil bir mürid ise ömrünü üç an olarak düşünmelidir:

Bunlar; geçmiş an, içinde yaşadığı an ve gelecek ândır. O halde sûfi çok gayretli olmalıdır.

Gavs (k.s) bir gün şöyle dedi:

“Bir mürid bir dünya büyüğünün yanına girildiği gibi namaz safına girilmeyeceğini idrak edecek kadar uyanık değilse onun kıldığı namaz kendisi tarafından işlenmiş bir günahtır. Bu halinden dolayı Allah´tan afvü mağfiret dilemelidir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün mescit inşa edilen bir beldede bulunuyordu. Sonraları mescidin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yere gitti. Mübarek o zaman ağır bir hastalığa ve çok sıkıntıya müptela oldu. Çünkü orada çok zulmet vardı. O beldede bir yabancı bir saat kadar oturmuş hemen vefat etmişti.

Seyda-i Tâğî´nin (k.s) müptela olduğu hastalık bir ay devam etti. Seydanın belirttiğine göre o beldede bir kafir mezarı vardı. Ama, ehl-i keşif bazı kişiler zalim ve fasık bir kişinin olduğunu söylemişlerdi.

Seyda (k.s) dedi: Bu zulmet küfür zulmetidir. Fakat böyle durumlarda bazen dünya ehlinin bir kısmından gerçek gizlenir.

Çünkü insan öldükten sonra O´nun ruhaniyeti derece bakımından yükselir. Onun içindir ki, önceleri ölen bir kafirin zulmetinden duyulan rahatsızlık yeni ölen bir kafirin ki kadar değildir.

Keşif perdeleri tam olarak açılmayan kişiler gerek yukarıda saydığımız nedenlerle, gerekse müşahedeyi tam elde edememiş olduklarından dolayı küfür zulmetiyle, fasık zulmetini birbirinden ayırt edemezler.

Biz Seyda (k.s)´ya dedik:

Efendim bu mescidin taşlarını kullanmayalım mı?

Mübarek dedi:

Hayır kullanın, çünkü taşa zulmet bulaşmaz. Taş ile mercuun kalbi aynıdır. Onları zulmet etkilemez.Kafirin kalbi iman kabul etmez. Mercuun kalbi ise bunun tam tersidir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Nefesi göbek altında tutmak zulmeti giderir. Bu hal bazı sûfilerin adetidir. Çünkü, nefsin iki başı vardır.

Birisi alında birisi göbek altındadır. İnsanın alnında bulunan nefsin başı nisbete zarar verir.

Düşünce ve kuşkuyu devamlı artırır. Nefsin bu başı, görevini her an için yapar. Nefsin göbek altında bulunan başının görevi ise, hayallerde beliren kötü imajların zulmetini ilk anda alır. Nefesi tutmak insan damarlarını rahatsız edeceği için nefsin göbek altında bulunan başını öldürür. Böylece zulmet ortadan kalkar.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün şöyle buyurdular: Bir müridin nisbet ve başkalarının hidayetine vesile olmasına mani olan halleri şunlardır:

a)Baş olma sevdası,

b)Mal biriktirme hırsı. Gerek halifeleri gerekse seçkin müridleri irşad ve hizmetten alıkoyan en büyük sebeb mal biriktirme hırsıdır ve varlık duygusudur.

Benim için (Seyda-i Tâğî (k.s)) arzu ve istek sahibi olup da tarikatın nispetinden etkilenip de fayda görmeyen bir mürid, bu yolda etkilenip bu yolda fayda gördüğünü söylediği halde, dünya sevgisinden ve varlık duyusundan sıyrılamamış müritten daha sevimli ve daha efdaldır.

Müridlerin hallerini araştırıp onların fiilleri hakkında bilgi toplamanın ve zaman zaman imtihan etmenin hikmeti şudur:

1)Baş olma arzusu,

2)Varlık duygusu ve dünya sevgisinden kurtulup kurtulmadıklarını tesbit içindir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) akrabai taallukatı için yapılacak evin temelini atarken şunları söyledi:

Bu iş bir yandan hoşuma gidiyor, bir yandan ise korkuyorum. Sebebini sorarsanız nisbetini kaybedenlerin o duruma düşmelerinin sebebi dünyaya yönelmeleridir.

Kitabın birinde şeyhin biri şöyle diyor: “Bahar mevsimi hakkında bana güvence verenin diğer mevsimlerine ben kefil olurum.” O şeyhin bu sözü söylemesinin sebebi şudur:

Bahar mevsiminde yapılan bir günlük ibadet diğer mevsimlerde yapılan ibadetin yüz katına bedeldir. Yine bahar mevsiminin bir gününü gaflet içinde geçiren bir kimse gelecek yıla kadar hastalığına deva bulamaz.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:

İnsanlar dört kısımdır:

1) Ahmak,

2) Ebleh,

3) Âkil (akıllı),

4) Mecnun.

Ahmak: Bu insanlar dünya işlerine akılları erdiği halde ahiret işlerine yarayacak akılları yoktur.

Ebleh: Böyle kişiler ahiret işlerine yarayacak akıla sahib olduğu halde dünya işlerine yarayacak akılları yoktur.

Âkil: (Akıllı) Böyle insanlar hem dünyaya hem de ahirete yarayacak akıllara sahiptirler.

Mecnun: Böyle kimselerin ne dünyaya ne de ahirete yarayacak akılları vardır.

Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri (k.s) şöyle buyurdular:

Bizler Gavs hazretleri (k.s) sohbetinin sonunda gözlerimizi kapatıp bir süre rabıta yapardık. Ayrıca Gavs´ın halifesi Şeyh Halid sohbette söylenen sözleri tekrar ederdi.

Ben (Seydai Tâğî) sizlere bakıyorum sohbet bittikten sora hemen kalkıp kendinizi gaflete düşürecek işlere dalıyorsunuz. Ama biz böyle değildik.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor:

Gavs (k.s) yemek yerken gaflete düşmemizden mütevellid bizlere kızar ve şöyle derdi: “Gafletle yemek yiyen bir kişinin kalbi o yemeğin ağırlığı geçene kadar nasıl zikre geçebilir!

O halde mürid yemekten önce bir rabıta kurmalı. Kalbini gafletten kurtarmalı ve daha sonra yemeğe başlamalı…” Bazı büyükler ise bu konuda şöyle buyurdular:

Bir kişi yemeğe başlamadan önce o yiyeceği yaratanı tefekkür etmeli sonra ise yemeğe başlamalı. Bu halleri yaşayarak yemeğe başlayan bir zat o yemeğin lezzetli veya lezzetsizini birbirinden ayıramaz.

İbrahim Çokreşî (k.s) hazretleri diyor:

Abdurrahmân-i Tâğî bu sohbeti gafletle yemek yememizden dolayı azarladıktan sonra yaptı.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

Ruh Rabbisinden başka bir şeyi sevmez. Nefis ise böyle değildir. O yalnız kendisini sever.

Nefs, ruha yol gösterir durumda ise o zaman ona hüküm eder, onu kendi emri dahiline alır. Eğer ki nefis ıslah olur, ruhun peşinde giderse ruh onu Rabbisinin yoluna döndürür.

Nefsine bağlı olan kimselerin, mal ve çocuk gibi sevgileri, nefs sevgisinin birer uzantısıdır.

Nefs, Rabbisine düşmandır. Hatta ki, Cenab-ı Hakk nefse dese ki, “Sen benim sevdiğimsin hatta ki bana Cebrail’den daha yakınsın” dese, ayrıca mukarreb melekleri de onun hizmetine verse nefs yine tatmin olmaz.

Nefs öyle zalimdir ki Cenab-ı Hakk yine dese “Ey nefs, benim dışımda bulunan her türlü yaratığı senin emrine verdim” dese nefs yine tatmin olmaz. Allah korusun bizzat Cenab-ı Hakk´ı tasarrufu altına almak ister.

Seyda´nın bu sözlerine karşılık bir kardeşimiz şöyle bir soru sordu:

Nefsin mahiyeti nedir?

Seyda cevaben buyurdular:

“Nefis mânâ ve misal alemindendir. Fakat gafletle karışık bir mahiyet almıştır.”

Ben (İbrahim Çokreşî) dedim:

“Peki efendimiz; insan on maddeden müteşekkil yaratılmıştır. Bunların beşi alemi emirden beşi alemi mahlukattandır. Siz bu inanca ne dersiniz?” Seyda cevaben şöyle buyurdu:

“Ehl-i tarikin nefsi mahlukat aleminden saymaları onun özelliğini gözetmelerindendir.

Çünkü nefsin yapısında bulunan gaflet daha baskın hale gelerek onu mana alemi ile ilgili özelliğinden sıyırarak; kendisine mahlukat alemi ile ilgili bir özellik kazandırmıştır.

Aslında insandaki letaiflerin sayısı altıdır.

Mahlukat aleminde bulunanların sayısı ise dörttür.

Nefsin baskısından kurtulup Allah´a ulaşmanın çaresi şu iki unsurdadır:

Birincisi, nefsin idare ve hegemonyasından (üstünlük, egemenlik) kurtulup, şeyhin iradesine teslim olmak suretiyle nefsin belini kırmaktır.

İkincisi, şeyhin mutlak fâni olduğunu kabul edip, mürşidin her hareket ve sözünü, Allah´ın emir ve hükümleri dairesinde hareket ettiği için onu Cenab-ı Hakk´ın fiili ve sözü gibi görerek şeyhe ihlasla bağlanıp teslim olmaktır.

O zaman onun için öyle bir azamet belirir ki, nefsin sureti kalmaz ve mana meydana gelir. Bunun da yolu mürşidi sevip ona edeple teslim olmaktır.

Abdurrahmân-i Tâğî Hazretleri (k.s) bir gün namaz kıldıktan sonra bana (İbrahim Çokreşî) namazdaki gafletimden dolayı kızıp şunları söylediler:

“Namazda gaflete düşmenin sebebi abdestteki gafletinden dolayıdır.”

Abdestteki gafletin sebebi ise taharetteki gaflettir. İnsan taharete giderken şöyle düşünmelidir. Rabbim benim her anıma vakıftır, ondan gizli bir şey yoktur. Üzerimde görünür ve görünmeyen pislikleri gidermem gerekir.

Abdest alırken insan şöyle düşünmelidir. Cismimdeki bedenî ve manevî kirleri temizlemem gerekir.

Namaza durmadan önce mürşidini rabıta etmelidir. Müridin yapacağı en önemli görev rabıta etmektir. Ta ki kalb rabıtasını ilerleterek kalbteki masivanın kökünü temizlemelidir.

Gerisi mürşide düşer. Taharet ve abdest anlarında da rabıta yapılır. Sağlam bir niyetten sonra bu iki ibadette yapılan rabıta neticesinde namazda uyanık olunur.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyurdular:

Şeyhlerin hizmetkârları onlarla aynı derecededirler.

İbrahim Çokreşî diyor: Bu sözü bana Gavs´ın bir sûfisi söyledi. Ben bu sözü duyunca şöyle dedim: Bu şeyhlerden maksat zahid ve abid olanlardır!..”

Hizmetçilerin şeyhe ortak olmaları demek, mürşidin kapısına yaptıkları hizmetten dolayı, mürşidin ibadetine veya sevabına ortak olmalarına benim aklım ermiyor.

Benim bu sözlerimi bir sûfi Seyda´ya söyledi. Seyda o zaman dedi: Benim bu sözüm Hazreti Gavs’a dayanır. Mürşidler, kendilerine hizmet edenlere sevab verdikleri gibi, cezbe de verirler. Sözünü ettiğimiz şeyhler mutlak manadaki şeyhlerdir.

Seyda, kendisini önceleri tamamen hizmete vakfetmiş, sonraları ise dünyaya olan muhabbeti sayesinden bu işleri yavaşlatıp bırakan birisini azarlayıp şöyle buyurdular:

Şeyhlere hizmet edenler onlarla aynı derecededirler. Çünkü şeyhliğin yarısı olan hizmet, tamamen hizmet edenlere mahsustur.

Buna göre mürşidin hizmetçisi, şeyhlik ve mürşidlik mertebeleri ile bağdaşmayan işlerden kaçınmalı ve hizmeti kaçırmamalıdır.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sûfisine nefyi isbat´ı şöyle tarif etti:

1) Lailahe illallah: Mürid bu lafzı dilin ve gırtlağın katkısı olmadan hayalen söylemeli. Yani lafza-i celal zikrinde olduğu gibi üst damağa yapıştırıp yapmalı.

2) Muhammedur Resulullah: Sûfi bu sözleri sünnete uymak niyetiyle söylemelidir.

3) Sözü bırakıp manayı hayal etmek.

4) İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî (Allahım! Maksadım sensin, arzum ise senin rızandır.)

Bu duruma buzgeşt (geriye dönüş) denir. Burada maksat nefsi tutmakla doğan gafleti gidermektir.

“illâ” kelimesi ile Allah´tan başka her şey nefy olduğundan ve Allah´ın varlığı isbat edildiğinden bu zikre nefyi isbat adı verilmiştir.

Nefyi isbatın şartları:

Bu şartlar temelde dört tanedir.

1) Vücudu fazla sıkmadan ve kendini zorlamadan nefesi göbek altında tutmaktır. Yani gırtlak ve göbek arasındaki nefes boşaltılınca nefes göbek altında tutulabilir.

Bunun faydası daha önce tafsilatlı bir şekilde anlatıldığı gibi zulmeti göbek altından çıkarmaktır. Ayrıca vücûdu hiç kımıldatmamak gerekir.

2) Arapçadaki lam elif harfini göbeğin altından alna kadar nefes yolu boyunca deri ile et arasında yazmayı hayal etmektir.

Yani bu harfin yazılışı ne bazı şeyhlerin öğrettikleri gibi deri üzerinde hayal edilecek ve ne de yine bazıları tarafından yanlış olarak öğretildiği gibi etin içinde hayal edilecektir.

Bu hattın dosdoğru çekildiği ve çene altında kıvrılarak başa kadar uzadığı farz edilmelidir.

Mürid arap harfleri ile yazılacak olan “ilahe” yazısının alnından başlayarak dosdoğru şekilde gittikten sonra ensenin bitiminden kıvırım çizerek sağ omuz başında son bulduğunu hayal etmelidir. Mürid arapça “illâ” yazısının omuz başından başlayarak kalbe kadar devam ettiğini ve “Allah” lafzı ile “Muhammedür Resulullah” ibarelerini kalbe “la” harfi meydana getirecek şekilde düşünmelidir,

 yazısını hayal etmenin faydası nefsin amaç ve isteklerini reddetmek, yâni büyük cihad görevini yerine getirmektir.

3) Göğüs üzerinde ters olarak arapça la harfinin yazıldığını zihinde canlandırmaktır. Bunun faydası bâtınî masivânın kalbe girmesine karşı koymaktır.

Çünkü, göğüs üzerinde arapça la harfinin yazılı olduğunu farz edelim. Bu durumda masivâdan olan herhangi bir şey gelir de lisanı hâl ile “ben senin gayenim” der ise mürid ona ters yazılmış arapça la harfi ile karşılık verir. Yâni “gayem sen değilsin” demiş olur.

4) Zikirleri sayarken nefesi üç, beş, yedi gibi tek sayılarda salıvermek. Zikirleri saymanın faydası uyanıklığı sağlamak ve tek sayılardayken nefesi salıvermenin de faydası şu hadisin şerefine ermektir:

“Allah tekdir, tek olanı sever.” (Keşfü´l Hafa.1/278 no :73)

Nefyi isbat zikri sırasında nefesi tutup salıvermeler sayıca yirmi bire ulaşmalıdır. Nefyi isbat zikrini hayatta oldukça terk etmemek lazımdır. Çünkü onun faydaları çoktur. Şeyh hazretleri aynı konuda şöyle dedi:

Nefyi isbat konusunda bu günlerde yeni bir inceliği fark ettim. İsteyenlere nefyi isbat dışında kalan zikirleri öğretebilirsin. Fakat ben hayatta olduğum sürece nefyi isbat dersi vermemen evladır.

Çünkü,

Gavs hazretleri (k.s), Seyyid Tâhâ (k.s) hayatta iken hiç kimseye nefyi isbat dersi vermemiştir.

Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) hazretleri akşamla yatsı arasında rabıta yapmadığımızdan dolayı şunları söyledi:

– Sizlere çok hayret ediyorum. Çünkü akşam ile yatsı arasında rabıtayı terk ediyorsunuz! Bu haliniz yanlıştır. Hem nisbet iddia edip, hem de bu ibadeti yapmamanız doğru değildir.

Bakınız Gavs (k.s) hazretleri bir halife hakkında şöyle buyurdular: “Hayret ediyorum. Nisbet sahibi olan bir kişi, nasıl olur da akşam ile yatsı arasında adaba uygun olarak rabıta kurmuyor.”

Gavs´ın halifesi Şeyh Halid şöyle buyuruyor: Akşamla yatsı arasında rabıta yapmazsanız kitap okuyunuz.

Seyda-i Tâğî (k.s) sohbetine şöyle devam etti.

“Avamdan olup da feyiz ve berekete talip olan kimseler mutlak surette iki grup (batış) ile iki tulu arasında (şafağın ve güneşin doğuşu) arasında kalan zamanı ibadetle ihya etmeyi terk etmemelidir. Avam da olsa rabıtayı terk etmemelidir.

Havasa mensub kimselerin ise (toplum irşadına sebeb oluyorsa) seher vakitleri kalkıp ibadet etmeleri lazımdır. İnsan mal biriktirme hırsında olmamalıdır. Çünkü bu hırs sahibini başkaları gözünde küçük düşürür.

Bizler öyle olmalıyız ki bizi görenler tevbe edip tarikata girmeli. Bir beldeye gittiğimiz an o beldenin sakinlerinin kalpleri bizler için heyecan ve muhabbetle çarpmalı, onlar(sakinler) bizi memnun edebilmek için tarikata girmenin şart olduğuna inanmalıdırlar.

Onlar bilsinler ki bizim gayemiz mal toplamak değildir. Kalplerini tevbeye çekmektir.

Bana göre en güzel hal dünya muhabbetini terk edip mürşid sevgisini, nefsin arzularına tercih etmektir.

Seyahat etmek yorucu ve sıkıntılıdır. Ama mürşidi kamiller bazı zamanlar seyahate çıkarlar.

Bundan maksat müridleri imtihan içindir. Kim sadıktır, kim kendi nefsine mürşidini tercih ediyor. Her şeyini bırakarak nefsini kim mürşidine teslim edebiliyor?

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdu:

Cenab-ı Hakk (C.C) kullarına ne kadar yakınsa kul da Allah´a o kadar uzaktır. Çünkü, yüce Rabbimiz bütün azametine, haşmetine, büyüklüğüne rağmen her saat kulunun katılaşmış kalbine nazar eder.

O kul kalbini nefsinin karargahı yapmasına rağmen, Allah kulun kalbine inmek ister.

Kul o sıra köpeğinin yarasındaki kurtçukları düşünmek gibi basit bir meseleyle meşguliyetinden Allah´ı kalbine kabul etmez.

Düşüncesini Allah´dan ayırarak bir süre o basit meşguliyeti ile oyalanır. Köpek düşüncesinden vazgeçtiğinde Allah-u Teâlâ yine kuluna gelir.

Kulun düşüncesini yaratıcısı üzerinde yoğunlaştırmasını ister. Fakat, kul bu sefer uyuz oğlağıyla zihnini meşgul ederek Rabbine engel olur. O düşünceden kurtulduğunda Allah-u Teâlâ yine kulun kalb evine gelir.

Fakat âsi kul; hayvanlarımın pisliğini düşüneyim diyerek Rabbinin evi olan kalbini çöplüğe çevirir. Alımlı bir yarış atı kadar nazik olan hayal gücünü çirkinleştirir. Bakınız bu insana deseniz ki tevbe et, Allah (C.C) yönel. O der ki “Ben Rabbimi tanıyorum! Ona kulluk görevimi yapıyorum” Halbuki yalan söylüyor.

Masiva hayatını, Rabbisine tercih ediyor. Böylece insanlara “Sen İslam’ın yolunu, ancak büyüklerin elinden tevbe etmekle bulabilirsin” desen, reddedip kızar.

Oysa Peygamberler (a.s) ve Veliler bile Rablerini tanımaktan aciz olduklarını bildirip şöyle demişlerdir:

“Seni bilinmesi gerektiğin gibi bilemedik, sana layık olduğun gibi ibadet edemedik. Allah’ım! bizi sana yönelmeye muvaffak eyle. Ey merhametlilerin en merhametlisi!”

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Gavs (k.s) bir gün dedi: Eğer ki sizlere ebrârın amelini işlemeyi emir etsem o da ölümü düşünüp anmak olurdu. Mübarek Gavs (k.s) yörenin ileri gelen zengin ve beylerine bizzat ölümü devamlı olarak düşünüp fikir etmelerini söylerdi.

Seyda-i Tâğî (k.s) bazı hadisi şerifleri kaynak göstererek dedi:

Günde yirmi defa ölümü düşünen (hatırlayan) kimsenin o gün amel defterine günah yazılmaz. (Ramuz: 2485)

Ben (Seyda-i Tâğî) her gün yirmi tane vefat etmiş kişiyi hatırlayarak, ölümü düşünürüm, anarım. Cizre çevresinin uleması ve eşleri dünyadan uzaklaşmak için her gün ölümü düşünerek uyurlardı.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Cenab-ı Hakk dünyayı yarattığı zamandan beri ona hiç bakmamıştır. Çünkü dünyayı sevmez. Cenab-ı Hakk dünyayı yarattığı zaman:

Otuz dokuzuncu gün onun üzerine bela, gazab ve musibet vermiş, yalnız kırkıncı gün üzerine rahmet yağdırıp ihsan etmiştir.

Bu rahmet ve ihsan bütün dünyada bulunanlardan hayırlı olmuştur. Gerçek olan şudur ki:

“Dünya ve içindekiler melundur. Allah´ın zikri müstesna” (Ramuz, 2485)

Dünyayı sevmek Ebu Cehil´i haklı gösterip, Peygamber Efendimizi yalanlamak gibidir. Dünya sevgi ve muhabbetinden uzak durunuz. İlişkinizi kesiniz.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Manevi baba sayılan mürşid soyca babadan daha yakındır. Manevî babanın hakkı, soyca babanın hakkından daha fazladır.

Mürid, manevî babası olan mürşidinin hakkını ancak; İslam’ın emirlerini uygulayıp ibadet ve taat ederek feyiz ve nisbeti devamlı kılmakla ödeyebilir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bana (İbrahim Çokreşî) dedi:

Yatsıdan sonra yatmadan önce Sûre-i Mülk´ü okuyunuz. Ve insanlara da okumalarını emrediniz!… Sûre-i Mülk´ü okumayı tarikatın temellerinden sayınız. Bu surenin faydası: Kabirde sorgu suale ve kabir azabının hafiflemesine sebebdir.

İmam-ı Bicurî Hazretleri “Tuhfetu´l-Mürîd´alâ Cevhereti-t Tevhîd” adlı akaid kitabının şerhinde “Sorguya çekilmemizin arkasından kabir azabı gelir” şeklindeki mısrayı açıklarken bunu belirtmiştir.

İmam-i Bicurî’nin bu mısrayı açıklarken yani “Sorguya çekilmeyeceklerine” şeklindeki genel ifadeden “Kabirde sorguya çekileceklerine dair delil bulunanları” istisna etmiştir.

Onlar da Peygamberler, sıddıklar, şehidler, murabitler ve haber verildikleri günden itibaren devamlı uykudan önce Tebareke Suresini okuyanlardır.

Devamlı şekilde okumaktan maksat engelleyici mazeretler olmadıkça okumaya devam etmektir.Uykudan önce okunacağı gibi, uyku arasında da okunabilir.

Bazılarına göre, “Secde” suresi de aynı mahiyettedir. Peygamberlerin ve şehitlerin dışında saydığımız diğer gruplardan kabir azabı tamamen kalkmaz, hafifler.

Ayrıca ölüm öncesi hastalığı sırasında 100 adet “İhlâs” suresini okuyan kimse de kabir azabından kurtulur.

Seyda-i Tâğî (k.s) hatmede Kur’an-ı Kerim aşiri olarak Amme suresini okumamızı emretmiştir.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

Büyüklerimiz, şeyhe olan ihlası; hidayetin sadece ondan (yani sadece onun vesilesiyle ve vasıtasıyla) geleceğine kanaat etmek şeklinde tarif etmişlerdir. Şeyhten faydalanabilmek için bu kadarını yeterli görmüşlerdir.

Ben buna bir şart daha ekliyorum. O da, ahiret muhabbetini dünya muhabbetine tercih etmektir. Zira büyüklerin istediği ihlas bir çok kimsede olduğu halde ahiret sevgisi olmadığından tam istifade olmuyor.

Bu yörede aşk ve muhabbetin, Nakşibendî nisbetinin olmayışı şunlardan dolayıdır:

1) Rüşvet vererek askerlikten kaçmak.

2) Verilmemekle harama düşüldüğü halde devletin hakkı olan öşür vergisini vermemek.

3) Ahiret sevgisini, dünya sevgisine tercih edememek.

Bu beldedeki insanların ahireti severiz demeleri, halisane kalpten gelen bir söz değildir. Sadece dildendir. Bu saydığımız her meseleden insanları etkileyen bir zulmet doğuyor.