ONDAN NUR ALANLAR

( Çöle ve Bütün Zaman ve Mekana )

Tabakalar
MÜJDELENENLER VE İLKLER
Dört büyüklerden sonra kıymet hükmü, şahıs şahıs değil de tabaka tabaka.. Gayet tabiî olarak da ilk tabakaya dört büyük yine giriyor. Evvelâ, hayatında ebedî saadet müjdesini alan «Aşere-i Mübeşşere», Müjdelenen On’lar… Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Zübeyr, Talha, Avf oğlu Abdurrahman, Cerrah oğlu Übeyde, Ebivakkas oğlu Saâd, Zeyd oğlu Said… Ve bunlarla beraber ilkler; kırklar kadrosu doluncaya kadar ilk iman edenler… Birinci tabaka bunlar…
İkinci tabaka: Ömer’in Müslümanlığından hemen sonra İslama girenler…
Üçüncü tabaka: Müşriklerin cefasından Habeş illerine hicret edenler…
Dördüncü tabaka: ilk Akabe buluşmasında biy’at eden Ensar’ ın ilkleri…
Besinci tabaka: İkinci Akabe buluşmasında biy’at eden Ensar…
Altıncı tabaka: Allah Resulünün hicretinden hemen sonraki muhacirler…
Yedinci tabaka: Bedr gazasına katılanlar…
Sekizinci tabaka: Bedr ile Hudeybiyye anlasması arasında hicret edenler…
Dokuzuncu tabaka: Rıdvan Ağacı altında biy’at edenler…
Onuncu tabaka: Hudeybiyye anlasmasiyle Mekke’nin fethi arasındaki muhacirler…
Onbirinci tabaka: Mekke’nin fethinde İslama girenler…
Onikinci tabaka: Bütün bunlardan sonraki sahabîler ve çocukları…
İlk muhacirler, ilk Ensar’dan, ilk Ensar, son muhacirlerden sınıfça üstün…
Bir sahabînin ferdî derece hakkı, çoğu cemiyet ölçüsüne göre giden bu tabakaların dısında olmakla beraber, umumiyetle içinde tecellî etmektedir. Zira tabakaları çerçeveleyen zaman ve mekân ölçüleri arasında, müslümanlardan Peygamber amcası Abbas ile, çocuklardan Peygamber torunları Hasan ve Hüseyin gibilerini sınıfları dışında tutmak lâzım… Nitekim sahabîlerin en büyüğü olan Hazret-i Ebu Bekr’e karşılık, en küçüğü olan Vahşi, kendisinden sonra müslüman olan ve her soydan sahabîlerin de en küçüğüdür.

ARDLARINCA
Yüz bini aşan sahabîlerin ardınca, O’nu görmeyip de görenleri görenler geliyor ki, bunların ismi «Tabiin», Tâbi Olanlar., Ondan sonra gelenleri görenler var… İsimleri «Teba-i Tabiin» Tâbi Olanların Tabileri… Ve artık kol kol, zümre zümre, çeşit çeşit, milyarlarca müslüman…
Allah’ın Sevgilisi buyurdular:
«— Ümmetimin hayırlısı, benim zamanımda bulunanlar… Sonra onların ardından gelenler… Daha sonra da birbirinin ardından gelenler..»
Allah’ın Resulü Ebu Bekr’e dediler:
«— Ne olurdu, kardeşlerimi göreydim.»
«— Ey Allah’ın Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz.»
«— Siz benim sahabîlerimsiniz. Kardeşlerim onlardır ki, beni görmeden doğrularlar, bana
bağlanırlar; ve hattâ babalarından ve çocuklarından fazla beni severler.»
İşte. O’nu görmeden doğrulayanlara ait de ayrı ve yine essiz bir makam. Bu makama, kıyamete kadar gelecek her müslüman namzettir.

SEVGİ VE NEFRET
Âyet meali:
— Bir kavim bulamazsın ki, Allah’a ve Âhiret gününe iman etsin de, Allah Resulünün
düsmanlarını sevebilsin.»
Sahabî ki, Allah Resulünün en ileri dostudur. O’na sevgi, Allah ve Resulüne sevginin yol
göstericisidir. Bu, naziklerin naziği dâvada, Allah’ın Resulü buyurdular:
«— Sahabilerin bahsinde daima Allah’tan hazer edin… Onları sevenler beni sevenlerdir. Onlara düşmanlık duyanlar, bana ezâ ederler. Bana ezâ etmekse Allah’a ezâ etmeye kalkışmaktır; ve Allah’ın azap eli böylelerini yakar.»
Ve:
«— Ben her günahın şefaatçisiyim; yalnız sahabîlerimi hor görenlere ve onlara sövenlere şefaat etmem.»

Böyleyken ortaya bir Muaviye meselesi çıkarıp bu sa-habîye ağız dolusu söven, lanet okuyan,
sonra da Müslümanlık taslayan ve tesellisini Hazret-i Ali’den yana olmakta bulan bedbahtlara ne demeli? Bunlar, hiçbir inceliğe, sır İdrakine ve ölçü hikmetine ruhları yatmayan, şeytan oyuncağı kafalardır. Allah Resulünün bu kadar açık ve aydınlık emri altında, Muaviye kini güdenleri bizzat Kâinatın Efendisi ve O’ nun sevgili ruh ve madde vârisi Ali ne düşünür diye en küçük nefs murakabesine girişmeksizin, güya Peygamber Evini ve Neslini koruma gayretiyle atıp tutanlar. Bilmezler ki, kalblerindeki «suret-i hak» perdesini idare eden bizzat şeytandır. Sahabî meselesinin en nazik miyarı olan bu mevzuda ölçü sudur:
— Hazret-i Ali mi haklı, Muaviye mi?
— Hazret-i Ali mutlaka haklı…
— Ya Muaviye?
— O da haksız değil.!. Ve bütün fark bu kadar…
— Bu nasıl ölçü? Hem biri kafiyen haklı, hem de öbürü haksız değil?
— Çünkü bir sahabîye haksız diyemiyeceğimiz için ancak bu hadde kadar uzanabiliyoruz.
Aralarındaki ihtilâf, sadece içtihad farkından ibaret.. Böyle olunca, birinci plânda bulunan tam
haklı, ikincisi de haksız değil olur. Çırçıplak ve yırtıcı haksızlık, asıl, sahabîlerin en büyüklerinden birine dayanarak öbürünün sahabîlik vasfını unutmaktır. İşte sır idrakini örseleyici kabalık. Sır mı; yine sır noktasına mı geldik?
Buyurun: Bir gün Allah’ın Resulü, kendi vahiy kâtiplerinden Muaviye’ye dedi ki:
— İleride senin çocukların en zâlim şekilde benim çocuklarımı öldürecek!
Muaviye titredi:
— Ne diyorsun ey Allah’ın Resulü; öyleyse vücuda geldikçe hepsini keseyim ve neslimi
kurutayım!
— Hayır, Muaviye; buna kimsenin hakkı yoktur. Allah’ın takdiri neyse o tecellî edecektir.
Ve sükût ve tevekkül emrini alan Muaviye’nin ıstırap derecesi…
Muaviye, oğlu Yezid’in ne yapacağını bilseydi kahrından erir, giderdi.

ONDAN NUR ALANLAR
O’ndan nur alanlar, o kadar muazzez ve erişilmez insanlardır k! Allah’ın kendilerine verdiği ve o nurdan yoğurdukları seciyeyle, ask ve teslimiyet, bağlılık ve fedakârlığın ebedî örneği kalacaklardır. Şöyle:
Bir velîye diyenler oldu:
— Siz öyle yükseksiniz ki, zamanımızda sahabîlere eş gibisiniz!
— Ne münasebet, dedi yüksek velî; eğer siz sahabîleri görseydiniz, vecd ve aşk hallerine bakıp deli derdiniz; onlar da sizi görselerdi müslüman olmadığınıza hükmederlerdi. Ben nasıl onlara eş veya eş gibi olabilirim?
En büyük haysiyeti, akıllı eşeklerden ayrılmak ve aklı yenmiş insana yükselmek olan insanoğluna, ulvî divanelikten büyük nimet yoktur bunun da sırrı bütün insanlığın sırrıyla beraber sahabîdedir. Ne mutlu O’nun divanesi olabilene!.. O’ndan nur alanlar, ölmemişken ölmenin rejimine girenler… Her ân O’nun hayalini, kendi öz derilerinin üstüne giyenler… Bunlar… İlâhî marifetin başlıca usulü de bu…

RABITA
Kalbleri O’nun yakıcı hayalîyle dolu, yanında veya uzağında, hep O’nunla oldular, sahabîleri… O’nunla gittiler, O’nunla geldiler. O’nunla yediler, O’nunla içtiler. O’nunla namaz kıldılar, O’nunla zikrettiler; hattâ O’nunla yattılar; O’nunla uyudular, O’nunla uyandılar. İçlerinde ve dışlarında hep O’nu taşıdılar. öyle oldu ki, zaruret yerlerinde ve demlerinde bile O’nun hayalinden ayrılamadıkları için O’na bu halden şikâyet ettiler. Bu hale tasavvuf «rabıta» der ve bu hali Kurân tasdik eder. Ancak bu halle erilir. Mürşidin suretini kendi öz suretine giydirmekle… Bu hal, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Bu hal O’ndandır. Yani:
O’nu bir kere gören; yahut baktığını lâhzada en üst tabaka göğe çıkaracak o bir çift simsiyah göze bir kerecik görünen bu halin başlangıcındadır.

Peygamber ve Kadın
BEŞERİYET
Bir gündü. Yakın tarihte bir gün yıl kadar evvel diyelim. Nur silsilesinin en büyüklerinden, Nur’un devrimize ulaştırıcısı Esseyyid Abdülhakîm (Arvasî) Hazretlerinin huzurundaydım. Beraberimde, bir aralık «Alafranga Kemal» ve Haz-ret-i İsa’ya o yoldan bağlılık diye bir hastalığa düşmüş bir arkadaş vardı. Bu arkadaşı, İsâ Peygambere de gerçek bağlılığının yolunu görsün ve bağlılığın asit hedefini bulsun diye Kurtarıcımın huzuruna çıkarmıştım. Dış gözle en basit ve kuru edanın içinde, ne muhteşem bir esrar tahtında oturduğu ve bu tahtı etekleriyle nasıl gizlediği ve nasıl her şeyi örttüğü hemen belli olan Abdulhakîm Efendi Hazretleri, arkadaşımın şu suali karşısında kaldılar:
— Hazret-i İsâ hakkında ne buyurursunuz?
Sorulan her şeye tek ve en kısa cümleyle cevap veren ve hiçbir fazla izah ve isbat telâşı göstermeyen Efendi Hazretleri, buyurdular:
— Babasız hak peygamber…
Beklediğini alamayan arkadaş, sormakta devam etti:
— Ya Peygamberimize karşı farkı…
— Büyük…
— Ne gibi?
— Hazret-i İsâ meleklikte en ileri derece… Peygamberimize nisbetle bir eksiği vardı.
— Neydi efendim eksiği?
Ve Efendi Hazretlerinin sesi, mâna toprağını bir ânda yerli yerine oturtan bir zelzele uğultusu gibi içimizde gümbürdedi:
— Beşeriyeti. Beşeriyeti eksikti!
Evet. Beşeriyet… Melekiyetin secde ettiği beşeriyet.. Bu ölçüyü, Allah’ın Sevgilisine ait cephelerin hepsine birden tatbik edebilirsiniz. Beşeriyet… Nefs sahibi insan olmak noktası… Bütün dâva, esrar, belâ, saadet, inilmez küçüklük ve çıkılmaz büyüklük hep bu noktada…

DÜNYANIZDA ÜÇ ŞEY
Allah’ın Resulü buyurdular:
«— Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözlerimin nuru olan namaz…»
Bu muazzam ölçü, Allah’ın mahlûktan perdesinden tecellisinde, üstün beşeriyet sıfatlarını en çok neler üzerine cezbettiğinden bir işaret… Sevdiğimiz ve ona doğru ruhumuzun aktığını duyduğumuz her şeyin maverasında, o şey, İlâhî tecelliye yol verir. Bu yol verişte de, her şey, kendi zatında hususî bir istidat taşır. Kainatın Efendisince dünyamızdan sevdirilmiş üç unsur karşısındayız: Kadın, güzel koku ve secde…

Bu mesele, naziklerin naziği, incelerin incesi… Bu meseleyi Şeyh-i Ekber Muhiddin-î Arabî Hazretleri, «Füsûs»unda aklın pervaz edemeyeceği tecrid yüksekliklerine kadar çıkarır. Şeyhi Ekber’de, Allah Resulünün en başta ifade buyurdukları kadın —ki erkeğin bir cüz’üdür— erkekteki faaliyet hassasına karşı bir infialiyet merkezidir. Erkek varlığının aktığı ilâhî bir tecelli halinde, esrarlı bir cazibe mihrakı… Kadın neticede Allah’a teslim olacak nefsin, ilâhî kanun endazesiyle, yani helâl ölçüsüyle, bol bol, yana kana su içmeye mezun, hattâ memur bulunduğu bir pınar… Nefs, büyük rejimini tamamlayabilmek için boyuna oradan hız alacak ve aldığı hızı boyuna orada gösterecek… Melekiyetin secde emrini aldığı beşeriyet yapısı budur. Kadın, gaye değil, vasıta… Ve hayvanî değil, insanî nefse göre… Bazı âşıklardan Şeyh-i Ekber’in nakli:
«— Ben âşıkım ve benim askımı bildiler, lâkin askımın kime olduğunu bilemediler. Halk zanneder ki, ben mahlûka âşıkım… Halbuki benim askım, mahlûkun mazhariyetinde tecelli eden Allah’a…»

BU DÂVA
Evet: Bu dâva hudutsuz nezaketlere kadar uzanır ve kıl farkıyle işi hidayet caddesinden dalâlet uçurumuna atabilir, Onun için meseleyi fazla lâfa boğmayalım; kuru akılla sıkmayalım; hususiyle sırları ürkütmeden sımsıkı hakikat noktasına yapısalım: O ki Muhammedi hakikatin sahibi, Ferdî Hikmetin mazharı ve her mahlûktan üstün beser sırrının mümessilidir. Allah’ın verdiği kâmil mizaca göre kadın O’nda İlâhi tecellînin derin aynası ve İlâhî marifet rejiminin esrarlı vasıtası… Allah O’na ve o mizacın vârisleri Muhammed Ümmetine bu aynayı sevdirmiş ve kemal yolunun bir lüzum unsuru olarak hedeflendirmiştir.
Böylece, O’nun, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamberin mizacına ermekten başka bir şey olmayan kemal çilesinde, kadın, en büyük velîlerin, en ileri yaslarda bile kaybetmedikleri ruhanî ve cismanî bir alâka hedefi olmuştur. Bir alâka hedefi ki, kendisiyle değil, haber verdiği hikmet ve hakikatle kaim ve bu arada gördüğü hizmet ve ettiği delâletle makbul…

Büyükler, Muhammedi mizacın kadın alâkasını ve bu alâka içinde İlâhî marifet terakkisini öyle benimsediler ki, fazla evlendiği için etrafında dedikodu yapılan bir velî, bir gün anlayışsızlara şöyle bir levha gösterdi:

Parmağının ucunu kesti ve açılan incecik yarada bir damla kan yerine bir damla bembeyaz cevher toplandığı görüldü. Tekrar edelim:
İlâhî marifet yolunun terakkî sahipleri için kadın dâvası bütün bir sır ve bu bakımdan hak ölçüsüyle çembere alınmış şehevî kuvvet, müslümanlıkta en makbul bir istidat işareti… Ve o nokta o kadar tehlikeli bir kıvrım, yeri ki, onda, yine kıl farkıyle en üstün beşeriyet faziletinden en aşağı hayvaniyet derecesine yol açık… Aralarını ayırd edebilmek de çok zor…

Kadın, bir yüzünde İlâhî, öbür yüzünde hayvanî birer remz bulunan esrarlı madalyon… Sanki yazı-tura oyununun parası… İnsanoğlu hemen bütün kadrosuyle, o parayî, atılınca, yalnız hayvanî remz, tura tarafıyle düşen bir nesne zanneder ve bu yüzden zıt kutuplar arasında ahengi göremez. Böylece hayvanî remz yüzünü mefkûreleştirir ve o zaman hasretinin şiddetinden, kadının ve şehvaniyetinin dışına çıkmaya baslar, kadını ve şehvaniyeti kaybetmeye kadar gider.

Halbuki dâva, ne kadında kalmak, ne kadını kaybetmek… Dâva, kadınla kadını aşmak.. Yüzler arasındaki ahengi muhafaza etmek ve İlâhî marifet cihetinde nefsin kadın gıdasını şeriat ölçüsüyle vermek. Nefsi kadınla tamamlayıp Allah’a sunmak…

İnsanlığın Tacına ait sultanî beşeriyet vasfının bu azîm sırrını —ki biz ancak kendi âciz idrâk perdemize toplayabildiğimiz kadariyle gösteriyoruz— Hıristiyanlık ve bir takım kuru ruhbaniyet rejimleri kavrayamaz. Hayvanla insan arasında müşterek gördüğü sehevî seciyeyi şiddetle cezalandırmaya, nefsi öldürmeye ve o yoldan kemal bulmaya bakar. Halbuki esasta nefs ölmeyecek —ki zaten ölmez— bir başka hale inkılâb edecek ve yola gelecektir. Nefs yola gelince de Allah’a yol açılacaktır.

Nefsi öldürme veya nefsin öldürülebileceğini zannetme yolu sadece serap… Ya insanı, gerçek gayesiyle ve büsbütün kaybettirir; yahut manastırlarda ve daha bitmem nerelerde gördüğümüz gibi. büsbütün nefsin eline teslim eder, sefalet derecelerinin en altına indirir. İçinde, babasız hak peygamber Hazret-i İsa’dan tek İlâhî soluk bulunmayan, baştan başa suni ve ruhbanı edebiyat tertiplerinden ibaret Hıristiyanlık, kabul ettiği Peygamberlerden Hazret-i İbrahim, Hazret-i Yakup, Hazret-i Musa, Hazret-i Davut, Hazret-i Süleyman’ın çok zevceli, yâni üstün beşerî vasıflı nebîler olduğunu bilir de, sonra üstünlerin üstününe, mânasını kavrayamadığı ve kemal noksanı diye gördüğü bir şehvanîlik isnad eder. Çünkü bağlılık iddia ettiği büyük Resul İsâ Peygamber hiç evlenmemiştir, «İsâ-yı Mücerret» tir ve bu isin sırrı da yine Hristiyanlıkça meçhuldür.

KORKU YOK
İşin en acı tarafı şu ki, tersinden nefs hizmetkârı rahiplerin ve sözde hakikat âşığı garplı münekkidlerin bu kaba, kabaların kabası anlayışına karşı, son zamanların İslâm muharrirlerinde. Kâinatın Efendisine ait üstün ve mükemmel beşeriyet vasfının âdâta gizlenmesi, gözden kaçırılması ve birtakım tevillere saptırılması gibi bir şey seziliyor. Boşuna!… Korku yok! Bu cephe, Allah Sevgilisinin en büyük İlâhî nimete mazhar, sultanî, ferdanî, nuranî, insanî yüzüdür ve tek mesele iste bu cepheyi anlayabilmektir. Bu cepheyi kaçırmayınız, gölgelendirmeyiniz, peçele-meyiniz; nasipsizlerin gözlerine sokunuz. Kendilerinde recülî kuvvet, her mikyasın üstünde ve ruhanî kuvvetleriyle tam nisbet halinde.. Zevceleriyle alâkaları da en titiz adalet ölçüsü içinde… Hangi hadımdan büyük adam ve hangi iğdişten yarış atı çıktı?

Bunları küfre açıkça bildiriniz ve devam ediniz: Kadın, fikir gibi bir şey… Onda bütün hasretlerimizi, idealimizi, iştiyakımızı, visal mefkuremizi vâdeden bir mâna buluyoruz. Neticede bütün bunları kadından çevirip aslî ve hayatî dönemecin icracı vasıtası oluyor ve bizi maddemiz ve mânamızla besleyici bir vesile halinde daima beşeriyet sıfatımızı koruyor. Onu bu hudut içinde kıymetlendirmek ve o kıymeti tadmaya rnahsus beşerî hassemizi kemal yolunda basamak diye kullanmak, büyük oluşun esaslarındandır. Devam ediniz:
Kadından kesilme hali Müslümanlıkta en mezmum islerden biri ve kemale değil, zevale götüren bir saik… Marifet, Peygamber Kızı Derin ve İnce Fâtıma’nın vefatından sonra sekiz kere evlenen ve otuz iki evlâd vücuda getiren Ali gibi olduktan sonra, yine Ali gibi:
«— Ömrümde hiçbir yabancı kadının yüzüne şehvetle bakamadım.»
Diyebilmekte… İs bu mizanı tutabilmekte… O’ndan Nur alan Ali gibi ve bütün sahabîler gibi…

Şeyh-i Ekberin tabiriyle, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber’in hakikati «Ferdî» dir. Bu hakikat Peygamber hakikatlerinin en üstünü ve toplayıcısıdır. Ve O’nda kadın, insanlığın nihaî zirvesine ait bütün faaliyet hassasını kendi infiâliyetinde toplayan bir mihrak, beşeriyet vasfının pırıldama noktasıdır.

Pak Zevceler
ZEVCELERİ
Başta, Büyük ve Temiz Hatice… Uzun zaman yalnız onunla yasadılar ve Hatice hayatta kaldığı müddetçe baska zevce almadılar.
Hatice’nin ölümünden sonra nikahlandıktan,
Zem’a kızı Sevde Hazretleri…
Dirayet ve zerafet timsali Âyise…
Hafasa Bint-i Ömer… Hazret-i Ömer’in kızı… Hicretin Üçüncü Yılında nikahlandılar.
Zeynep bint-i Huzeyme Hazretleri… Üçüncü Yılda…
Ümm-ü Seleme Hazretleri… Dördüncü yılda…
Zeynep bint-i Cahş Hazretleri… Besinci yılda…
Cüveyriyye Hazretleri… Besinci yılda…
Meymune Hazretleri… Yedinci yılda…
Ve ikisini yakından tanıdığımız dört cariye… Birisi Benî Kureyza kabilesinden Reyhâne ye öbürü Mısır Melikinin hediyesi Mâriye… En faziletlileri Hazret-i Hatice ve Âyise’den sonra Sevde bint-i Zem’a… Müslümanlıkta ilklerden… İkinci Habeşistan seferinde zevciyle beraber… Dönüşte zevci vefat etti ve Allah’ın Resulü kendisini nikahladı. Vefatı Hazret-i Ömer devrinin sonlarında… Teslimiyet, itaat cömertlik ve iyilikte mümtaz…

Hafasa bint-i Ömer Hazretleri, zevci Bedr gazasında yaralanıp vefat edince dul kaldı. Hazret-i Ömer, onu Ebu Bekr ve daha sonra Osman’a münasip gördü. İkisi de Allah Resulünün istediğini sezmiş olacaklar ki, almadılar, Allah’ ın Sevgilisi, aldılar. Muaviye devrinde vefat etti. Babası gibi celâdetli…

Zeynep bint-i Huzeyme, cahiliyet devrinde «Fakirlerin Annesi» diye lâkaplandırılmış iyilik örneği… Uhudda zevci şehit edildikten sonra Peygamber zevceliğine erdi ve ondan sonra üç beş ay yasayıp, dördüncü yılda vefat etti. Huzeyme kızı Zeynep, Allah Resulünün, Hatice’den sonra ölümüne şahit oldukları ikinci zevceleri… öbürleri hep sonra vefat etti.

Ümm-ü Seleme Hazretlerinin asıl adı Hind… Habeş diyarına ilk gidenlerden ve Medine’ye ilk hicret eden kadın… izdivaç teklifleri üzerine, Allah’ın Resulüne, çocuklarından, biraz kıskanç olduğundan, kendilerini üzmek ihtimali bulunduğundan filân bahsetti ve O’nun bu naz edasına verdiği cevap üzerine hemen Peygamber zevceliğine can attı. Dirayet ve zerafette Hazret-i Ayise’ye yakın ve zamanının güzellerinden… Zekâ ve kemalde, Hazret-i Ayise’ den sonra, O’nun geldiği kabul ediliyor. Allah’ın Resulünden sonra, yarım asır kadar hayatta kaldı. Zevceler içinde en son vefat eden…

ZEYNEP
Zeynep bint-i Cahş ile evlenmeleri gayet manalı ve esrarlı:
Peygamberin halasının kızı, asîl, vakur ve güzellikte müstesna Zeynep, daha evvel eski köle Zeyd bin Hârise’nin zevcesi… Veren de bizzat Allah’ın Resulü… Fakat Zeynep’le Zeyd arasında ahenk kurulamadı… Zeynep Peygamber emriyle vardığı Zeyd’i kendisine denk tutamadı, arada ahenk olamadı. Zaten İlâhî murada göre, olmaması lâzımdı. Olmayacaktı. Zeyd, Allah Resulüne baş vurup Zeyneb’i bırakmak istediğini söyledi. Allah’ın Resulü de Zeyd’e:
— Zevceni tut, Allah’tan sakın!
Cevabını verdi.
Âyet meali:
«— Hani sen, Allah’ın ve senin lütuf ve nimetinize eren kimseye diyordun: Zevceni tut, Allah’tan sakın! Böyle diyerek Allah’ın ortaya çıkaracağı şeyi kalbinde saklıyordun. Halktan korkuyordun. Korkulmaya en fazla lâyık olan Allah’tır. O dem ki, kocası onun dilediğini yerine getirdi, onu boşadı… Mü’minler için oğulluklarının zevcelerini boşandıktan sonra almalarında mâni görülmesin diye biz seni onunla evlendirdik. Allah’ın emri elbet yapılır.»

Görülüyor ki, İlâhî hikmet, Zeyd ve Zeyneb’i ayırdıktan sonra O’nun kalbini Zeyneb’e çevirmiştir. O’nun kalbi Zeyneb’e akmıştır. O’nun kalbi bir yıldıza aksa, o yıldız hemen avuçlarının içindedir. Fakat, zahirî duygusu, oğulluğunun zevcesini almaya izin yermiyor. Bu o zamanın yanlıs hesabı… Oğulluk, oğul değildir.

Zeyd, Peygamberler Peygamberinden «Tut!» emrini aldığı ve ayrıca hiçbir teşvik görmediği halde Zeyneb’i boşadı. Muayyen müddet sona erdikten sonra Allah’ın Resulü aynı Zeyd’i Zeyneb’e gönderdiler.
— Zeyneb’e git, beni Allah’ın Resulü gönderdi, seni zevceliğe istiyor, deyiver!
Bu emrin doğrudan doğruya Zeyd’e verilmesindeki Peygamber ihlâs ve ulvîliğine ve tamamen, canla başla o vazifeyi yerine getiren Zeyd’in emniyet ve teslimiyetine dikkat edelim. Zeyd, eski zevcesinin kapısına geldi, arkasını döndü ve en necabetli eda içinde memuriyetini yerine getirdi. Aldığı cevap:
— Allah emredinceye kadar hiçbir şey söyleyemem.
Allah’ın emri Resulüne geldi ve Zeynep büyük nailiyete erdi. Böylece oğullukların boşanmış zevceleri hakkındaki yanlış ölçü de düzeldi. Zeynep daima bu hususiyetle fahr duyar ve fahrini öbür zevcelere belirtirdi:
— Sizi, Allah’ın emriyle Âlemlerin Fahrine babalarınız, verdi, beni de doğrudan doğruya Allah…

Hazret-i Ayise, İslâmiyette Zeynep’ten faziletli kadın görmediğini söyler. Kadınlığın en şahsiyetli ifadesi içinde misilsiz bir diyanet huşu ve Allah’a bağlılık seciyesi… Allah’ın Resulü, zevceleri arasında en cömert olanının kendilerine en evvel kavuşacağını söylemişlerdi. Peygamberler Peygamberinin vefatından sonra zevceler arasında O’na ilk kavuşan Zeynep oldu. Halife Ömer devrinde…
Doğrudan doğruya ilâhi hikmetin, kul ve mü’min imtihanıyla karışık gayet esrarlı bir tecellisi olan Zeynep hâdisesini, garplıların nasıl telâkki ettiğini düşünmeye bile değmez. İş, kul ve mü’min sıfatiyle bizim telâkkimize bağlı… Biz, O’na ait her şeyin peşinen doğru, iyi ve güzel olduğunu kabul eden, sonra da bu doğru, iyi ve güzeli Allah’ın izniyle/gören, duyan ve anlayanlardan olalım, yeter. İyi, doğru ve güzel, O’nun yaptığıdır.

ÖBÜRLERİ
Güveyriyye Hazretleri, Mustalıkoğullarından alman esir… Allah Resulüne nikâhlanmasıyle herkes elindeki esiri azad etti ve Peygamber zevcesinin kabilesinden hiçbir esir kalmadı. Hicretin altıncı yılında vefat etti. Ümm-ü Habibe Hazretlerinin, Habeşistan’da dininden dönen zevcine rağmen Müslümanlığını muhafaza etmiş ulvî kadın olduğunu ve Kâinatın Efendisince tâ Medine’den zevceliğe istendiğini biliyoruz. Müjdeciye bütün mücevherlerini hediye eden Ebu Süfyan kızı soylu ve kahraman Ümmü Habibe, kocasına ve babasına rağmen sebat gösterdiği imanının mükâfatını en büyük rütbeyle aldı ve Hicretin kırk dördüncü yılında öldü. Meymume Hazretleri, Allah Resulünün Hayber’den sonraki «Umre» niyetiyle Mekke’ye girişlerinde Peygamber zevceleri arasına girdi. Kendi kendisini Allah’ın Sevgilisine arz ederek… Hicretin elli birinci yılında dünyadan göçtü. Safiyye Hazretleri, Hayber fethinde gördüğümüz gibi, Prens kızı…

Allah’ın Resulü ona sordu:
— Safiyye, bana gelmek ister misin?
— Ey Allah’ın Resulü, ben küfürdeyken bile tek gayem buydu, ya simdi başka ne isteyebilirim?

Hicretin elline, yılında vefat etti. Temizlikte, incelikte, fazilette, ibadette, haşyette, teslimiyette hepsi birbiriyle yarış halinde ve hepsi birbiriyle, en iyi ülfet ve muaşeret içinde… Aralarında daracık naz hududu dışında en küçük bir geçimsizlik yok… Annelerimiz onlar, mü’minlerin anneleri… Mümin vasfımızın bağladığı anneler… Aziz annenin daha üstünü…

EYLA
Allah’ın Resulü, dokuzuncu yılda, bir ay müddetle zevcelerinden eylâ ettiler. Yani bu zaman içinde zevcelerine yaklaşmadılar. Sebebi, başında ve sonunda münafık parmağı ve bu yüzden Peygamber Evini saran bir mırıltı… Her ân intişar sahasını genişleten ve tevhid meydanına renk renk ganimet yığan İslâmiyet, bu kadar zengin refah imkânları getiriyor da niçin; Peygamber Evi bundan faydalanmıyor? Hâlâ toprak tabaklar içinde birkaç hurma ve sadece bir iki bulamaç… Peygamber zevceleri daima dünya ziynet ve nimetlerinden mahrum… Niçin? Cevabı kendi içinde:
Peygamber Evi de ondan…

Gizli yahudi ajanı münafığın soktuğu kundak… Semeresini fıtrî kadın sıfatında arıyor. Bu tesir, aslında tertemiz zevceler arasında hafi bir mırıltı estirdi. Ve Allah’ın Resulü bundan üzülüp bir ay kendilerine yaklaşmamaya ahdettiler. Bu defa münafık şöyle bir şayia yaydı:
— Allah’ın Resulü, zevcelerinin hepsini birden boşadı.

Bütün sahabîler Peygamber mescidinde ezgin ve üzgün… Ömer, huzura çıkmak için izin istedi, isteği iki defa kabul edilmedi… Üçüncüsünde huzura alındı. Allahın Resulünü bir tahta sedir üzerinde etrafında birkaç boş tabak, dekorların en mahrumu içinde bulan Ömer ağladı ve sordu:

— Ey Allah’ın Resulü, zevcelerini boşadın mı?
— Hayır, yâ Ömer!..
Ve Ömer, gözleri yaşlı, müslümanlara müjdeyi vermek için mescide koştu. Allah, Peygamber zevcelerini, dünya nimetiyle Resulünün zevceliği arasında, birinden birini seçmek üzere, bir âyetle serbest bıraktı.
Ayise’nin cevabı:
— Ben Allah’ı ve Resulünü ihtiyar ediyorum!
Hiçbiri dünyayı murad edinmedi.