Osman Gazi Edebali dergahında gecelediği günlerde bir rüya gördü. Şöyle ki:
“Rüyasında hocası Edebali’nin koynunda birdenbire bir hilâl zuhur etti. Gözle his olunacak surette büyüyüp bedir halini bularak kendi göğsüne girdi. Ondan sonra yanlardan bir ağaç çıkarak bu da gittikçe büyüdü. Yeşilliği ve güzelliği gittikçe artıyordu. Dalların gölgesi üç kıta ufkunun nihayetlerine kadar karaları ve denizleri kuşattı. Kafkas, Atlas, Toros, Emos dağları bu yapraklar denizinin dört rüknü gibi gözüküyordu. Ağacın kökünden, deniz gibi gemilerle örtülmüş olarak Dicle, Fırat, Nil, Tuna çıkıyordu. Ovalar ekinlerle dolu, dağlar büyük ormanlarla dalga dalga kaplıydı.Bu dağlardan çıkan bereketli sular gül ve servi bahçeleri içinde dolaşa dolaşa akıyorlardı. Bu pınarlara kol kol insanlar gitmekte, kimi bunlardan bostanlara su vermekte, kimi onları ab-ı hayat gibi içmekte, kimi bağında bahçesinde ekin biçmekte, kimi çeşmeler, hayırlar yapmakta, kimi de çayırlarda safa sürmekte idiler. Ovalarda uzaktan kubbeler, dikili taşlar, sütunlar, latif minareler ve kulelerle süslü şehirler görülüyordu.Bu ulu binaların hepsinin zirvelerinde birer hilâl parladığı gibi, minare şerefelerinden yayılan ezân-ı Muhammedi sedaları sayısız bülbüllerin nağmelerine karışıyordu. O sırada şiddetli bir rüzgar çıkarak ağaçların taze ve güzel kokulu yaprakları dünyânın bütün şehirleri üzerine, özellikle iki deniz ile iki karanın kavşağında, iki yakut ve iki zümrüt arasına yerleştirilmiş bir cevhere benzeyen ve bütün dünyâyı kuşatan en kıymetli taşı hükmünde bulunan İstanbul’a doğru yayıldı. Osman halkayı parmağına geçirmek üzere iken uyandı.”
Rüyasını sabah olunca hocasına anlattı. Şeyh Edebali ona; “Müjde ey Osman! Hak Teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünya, evladının himâyesi altında olacak ve kızım Bâlâ Hâtun da sana eş olacak,” diyerek rüyâsını tâbir etti.Böylece Osman Gazi on dokuz yaşında iken Şeyhi Edebali’nin kızıyla evlendi, nikahlarını Edebali’nin müridlerinden Turgud kıydı.