Hz. Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s)

Kutlu Torun

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretleri…

İlâhî irade ona neler hazırlamıştı neler!…

O, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunuydu…

O, Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğluydu…

O, kerim oğlu kerim bir zattı…

O, azimliydi, gayretliydi. Hakikatleri savunan Allah’ın parlayan kılıcıydı. Pâk neslin, âlî himmetlerinin nişânesi ve Hz. Ömer (r.a) neslinden gelen bir veliydi.

O, korunmuştu. Babası ve dedesinin nurlu nazarları altında, mârifet sütleri ile beslenmiş, ilmi kaynağından kana kana içmişti. İnsanların terbiyesini üzerine almadan evvel tam mânasıyla yetişmişti. Kâmildi, zâhiddi, âlimdi, mürşiddi. Devrin biricik Allah dostuydu.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s) hazretleri bu yolun sapasağlam halkasınının gelecekteki mürşid-i kâmiliydi. Çocukluğu belliydi. Yetişmesi güneş gibi ortadaydı. Babası henüz hayattayken insanları irşad etmeye başlamıştı bile dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile gelişen Hindistan’daki tasavvuf faaliyetlerini o hızlandırmıştı. İrşad döneminde dedesi, âdeta onun zamanına zemin hazırlayacak işler yapmıştı.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) çok evliliğinin tartışıldığı, Peygamber’ini sevdiği için çocuklarına Ahmed ve Muhammed ismini veren kişilerin horlandığı ve bu isimlerin bedevî isimleri olarak halka yansıtıldığı, alimlerin bile kitaplarını yazarken, eserlerinin baş tarafına “Allah’a hamdolsun” diye başlayamadıkları, ruhların bedenlere geçmesinden oldukça sık bahsedildiği, ölüm ve ölüm ötesi dünya hayatının mantık dışı görüldüğü, cennet ve cehennem konularının itici bulunduğu, insanlara vahiy ile ilgili bilgiler tutarsızdır denildiği, böylelikle Kur’an’ın vahiy mahsulü olduğu inkâr edilmeye çalışıldığı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hadisleri ve sünnetlerinin kabul edilmediği, çoğunun zayıf olarak görüldüğü hatta reddedildiği, böylelikle halkın, Peygamber sevgisinden uzaklaştırıldığı, devrin hükümdarı Celâleddin Ekber Şah’ın sarayında himaye edilen özellikle Ebü’l-Fazl-ı Allâmî gibi sözde âlimlerin namaz, oruç, hac gibi İslâm’ın temel esaslarıyla alay edebildiği, şairlerin, yazarların, meddahların din ve dindarlarla alay etmek için hükümdar tarafından çok sevildiği hatta desteklendiği, Bâbürlü Hükümdarı Celâleddin Muhammed Ekber Şah tarafından, “İslâmî emirler geleli 1000 yıl olmuştur. Artık günümüze cevap veremez. Bu sebeple, dini yeniden yapılandırmalıyız” denildiği 990’lı (1582) yıllardı.

Tanrısal din (din-i ilâhî) adında bütün dinlerin birleştirilmesinden bahsedildiği, hatta müslüman olmanın esası kabul edilen “lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah”(Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed de onun elçisidir) ifadesinin, “lâ ilâhe illallah Ekber halifetullah” (Allah’tan başka ilâh yoktur. Ekber de onun vekilidir) şeklinde değiştirildiği ve bu sözün, yeni dinin kelime-i şehâdeti olarak halka öğretilmeye başlatıldığı, hükümdarın sarayına girenin “Allahü ekber” diyerek selâm verdiği ve selâmı alanın da “celle celâlühû” diyerek, hükümdarları Ekber Celâleddin’in adını çağrıştırdığı ve isminin dillerden dillere dolaştırılmaya çalışıldığı üzücü yıllar çoktan geri kalmıştı. Zira yıllarca önce, Hindistan’ı bu Câhiliye karanlığı içinde mânevî âlemde görerek, Semerkand’da üç gün halvete alıp yetiştirdiği müridi Muhammed Bâkîbillâh hazretlerine vaktiyle Hâce Emkenekî hazretleri,

“Hindistan’da bir velî dünyaya geldi. O, devrin mürşid-i kâmili olacak. Mânevî ilimlerde onun yetişmesine sen vesile olacaksın. Allah’ın velî kulları onu bekliyor. Serhend Güneşi’ni sen yetiştireceksin” diye bir yol göstermişti.

Bu yol, yolcusunu ve taşıdığı emaneti Delhi’ye getirip bırakmıştı. Bu yolcu, Muhammed Bâkîbillâh hazretleri ise orada bir dergâh kurmuş ve bu ortama kırk yılını vermişti. Devran dönmüş, zaman devrin mürşidini işaret etmiş, Serhend Güneşi’yle buluşmuş ve “Dergâhımıza Serhend’den bir derviş geldi. Adı Ahmed’dir. Hz. Ömer Efendimiz’in (r.a) neslindendir. İlmi çoktur. Âlimdir. İnsanlara irşada yeteneklidir. Mâneviyatı kuvvetlidir. Birkaç günden beri birlikteyiz. Bu esnada gözlemlediğim kadarıyla bu şahıs, gelecekte ümmetin aydınlandığı biri olacaktır, hiç şüphem yoktur” demişti. O İmam-ı Rabbani Ahmedi Faruki (k.s) hazretleridir. İşte böylesi bir ecdadın torunuydu Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s)…

Fetva Kurulu Başkanı

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretleri döneminde Celâleddin Ekber Şah’ın torunu devrin Bâbürlü hükümdarı Âlemgîr Evrengzîb âdil ve âlim bir hükümdar olarak adını tarihe altın harflerle yazdırdı. 1658-1707 yılları onun hükümdarlık zamanlarıydı…

O elli yıllık saltanatı sırasında İslâmî ilimlerde söz sahibi oldu. Hükümdar olduktan sonra kırk üç yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Kendisi de aslî üye sıfatıyla “Fetâvâ-yı Âlemgîriyye” adlı bir heyet kurdu.160 O zaman Sultan Âlemgîr Evrengzîb, Mevlânâ Şeyh Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s) hazretlerine bağlı bir mürid ve derviş idi.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s) hazretleri daima sâdât-ı kirâmın izini takip eden bir mürşid-i kâmildi. İrşad sütunlarını tamamen donatırdı. Âlimler, cahiller, sultanlar, valiler emir ve komuta metotlarını onun nurlu ellerine teslim ederlerdi. Çünkü o emniyetliydi. Dergâhının önü boş kalmazdı. Kafilelerle, uzaktan ve yakından gelen müminler, ona meftundu, yürekten bağlıydı.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s) hazretleri âriflerin, velîlerin etrafında dolandığı gönüller sultanıydı. Tıpkı güneşin etrafında dolanıp, gecenin karanlığında varlıklara yol gösteren ay gibi… O dolunay gibi nurluydu. Seçilmiş zatlar arasında başköşeye oturabilme şanı ve şerefi onundu. Zira o, mârifet yolunda çözümü zor nice sırları çözendi. O, Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği hazinelerin kapılarını açandı.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimleri yayandı. Şeriat ve tarikatın özelliklerini gün yüzüne serendi. Sultan Âlemgîr Evrengzîb gibi nice insanlara, vezirlere, kumandanlara rehberdi. İslâm sancaklarına zaferler kazandırandı. Muhammedî nuru canlandırandı. Onun pâk sünnetini ihya edendi. Müminlere destek olan, İslâm’ı anlatan ve zulmü yok edendi.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretlerinin himmeti boldu. Sevenleri çoktu. Gönüller onunla coşardı. Etrafında iyilikler yapan, kötülükleri yok eden pek çok güzide müridi vardı. Sultanlar, komutanlar, her düzeyde yöneticiler onun meclisinde başköşeye oturmazlardı. Edep tutarlar, hürmet ederlerdi. Onun görüşlerine ve davranışlarına sonsuz ilgi gösterirlerdi. Ona üstün meziyetleriyle gönüllere hitap edip insanları Kur’an ve Sünnet etrafında topladığı için kendisine “Muhtesibü’l-ümmet” denilmişti. Onun mânevî derecesi çok yüceydi. Kerametleri çoktu.

İşte onlardan sadece bir tanesi…

Dergâhına biri geldi. Etrafındaki insanların Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî (k.s) hazretlerine gösterdikleri hürmete çok şaşırdı ve, “Bu kişi büyüklük taslıyor” diye düşündü.

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretleri kalplerden geçeni Allah’ın izniyle bilen bir Allah dostuydu. Huzuruna gelen insanın yüzüne baktı şöyle dedi:

“Bizde bir büyüklük varsa o, yüce Allah’ın büyüklüğüdür.”

Bu söz, Allah Teâlâ’nın yücelik sıfatlarının sevdiği bir kul üzerinde yansıması anlamına geliyordu. Zira dilediğine istediği kadar mânevî güzellikler, dereceler ve mertebeler kazandıran yüce Allah idi. Böylesi durumlarda dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretleri daima şu meâldeki âyeti okurdu:

“Bu, Allah’ın lutfudur. Onu dilediğine verir.”161

Vefatı

Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî hazretleri 1055 (1645) yılında doğmuştu, 1095 (1684) yılında vefat etti. Serhend şehrinde defnedildi. Ama Nakşibendî yolunun sırları onun ölümüyle yok olmadı, gömülüp gitmedi, tükenip bitmedi. Zira arkasında bıraktığı nice velîler, halifeler, müridler ve dervişleri vardı. Onlar bu yolu devam ettirdi.

İşte onun mürşid-i kâmil olarak tayin ettiği çok değerli halifeleri…

Mevlânâ Şeyh Şah Abbas hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Sadreddin Sûfî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Ebü’l-Kasım hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Şah İsâ hazretleri.
Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri.