Hz. İmam-ı Rabbani Ahmed-i Fârûkî Serhendî (k.s)

1563 yılında Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elfi sani, ahkâmı islamiyet ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle “Sıla” ismi verilmiştir. Hazreti Ömer’in soyundan olduğu için “Faruki”, Serhend şehrinden olduğu için “Serhendi” denilmiştir.

Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet’e girer.” buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin Cem’ül-Cevâmi kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda; “Beni iki deryâ arasında “Sıla” yapan Allahü Teâlâ’ya hamd olsun.” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr velîlerinden ve Abdülkadir-i Geylânî (k.s)’nin yolunun büyüklerinden Hz. Şâh Kemâl Kihtelî Kâdirî’ye götürüp duâsını istediler. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ıRabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak.” demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî (k.s) hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kapladı.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük alimleri, salih ve faziletli kimseler idi. İlk tahsiline babasından ders alarak başlamıştır. Arapçayı babasından okuyup öğrenmiştir. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiştir. Kadı Behlül-i Bedahşani’den hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet almıştır. 17 yaşında tahsilini tamamlatıp, bütün ilimlerden icazet almıştır.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanmış, bu yolda yazılmış kitapları okumuştur. Hac yolculuğunda Delhi’ye varınca Muhammed Bakibillah (k.s) hazretlerini duymuş ve kendisiyle tanışmak için huzuruna varmıştır. Huzura girince kalbinde bir nur parlamış, o zamana kadar duymadığı hisler duymuştur. Yanından ayrılmayıp edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlanmış iki ay içinde kinsede görünmeyen haller görülmeye başlamıştır. Memleketi olan Serhend’e dönmesi emredilmiştir. Memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başlamıştır.

Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu. Allahü Teâlâ ona öyle mânevi ilimler ihsân etmişti ki mürşidi Muhammed Bâkîbillah (k.s) hazretleride bu yeni ilimlere vakıf olmak için yanına gelirdi. Hattâ bir gün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince mürşidi; “Fakîr Muhammed Bâki.” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.

İmâm-ı Rabbânî (k.s) hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, mürşidi Muhammed Bâkîbillah (k.s) hazretlerini ziyâret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve mürşidi ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, mürşidi Muhammed Bâkîbillah (k.s) hazretlerine yapılması mümkün olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî’yi medhedip övdükten sonra; “Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla berâber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkîbillah (k.s) hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabbânî (k.s) hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb oldu.” buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî (k.s) hazretleri, Serhend’e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyüklerinden olan Hz. Şâh Kemâl Kâdirî (k.s)’nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile murâkabe hâlinde iken, Şâh Kemâl’in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel’den gelip, Şâh Kemâl’in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şâh İskender’i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi: “Birkaç zamandır, hâl ve rüyâmda dedem Şâh Kemâl’i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım oldu.” İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsî odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: “Hazret-i Şâh Kemâl’in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî’yi, hazret-i Şâh Kemâl’e kadar devâm eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nûrların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime; “Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor.” diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan HâceAbdülhâlık-ı Goncdüvanî’den hocam Hâce Bâkîbillah’a kadar bütün halîfelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri; “Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?” dediler. Kâdirî büyükleri (Rahimehümüllah) da; “Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir.” dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bir gün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar mârifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Bunun sebebi nedir?” dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”

Kıymetli eseri, Mektubat-ı Rabbani, İslam âleminde Kur’an-ı Kerim ve hadisi şerif kitaplarından sonra en kıymetli kitap olmuştur. 526 mektubun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

“İnsana lazım olan önce ehli sünnete uygun inanmak, sonra Allahü Teala’nın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yoluna uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”

“Küfür, nefs-i emmarenin isteklerinden hasıl olur.”

“Nefse günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.”

“Rezzak olan Hak Teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kulları bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”

“Salih ameller İslam’ın beş şartıdır. Salih amelleri yapmadan kalp selamette olmaz.”

“ Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk’a kavuşamaz.”

“Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.”

“Ölülere dua ve istiğfar etmekle, onlar için sadaka vermekle imdatlarına yetişmek lazımdır.”

Hz. İmam-ı Rabbani Ahmed-i Fârûkî Serhendî (k.s)