Ebu’l-Hasen en-Nedvi denildiğinde Hindistan, Hindistan denildiğinde de Ebu’l-Hasen en-Nedvi akla gelir. Soyu Resülullah (sav)’in torunu Hasan (r.a.)’a dayanan ailesinin, Hindistan’a ilk gelen ferdi Kutbuddin Muhammed el-Medeni’dir(h. 581-677). Hicri yedinci asırda Tatar istilasından kaçarak büyük bir kafile ile Bağdat’tan Hindistan’a hicret etmiştir. O gün bu gün bu aile Hindistan’da bir çok ilmi ve idari hizmetler ifa etmiş, alim ve mücahitler yetiştirmiştir. Bu gün hala bu mübarek aile Hindistan’da büyük hizmetler görmektedir.
Böyle mübarek bir sülaleden gelen Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Abdulhay el-Haseni Hocaefendi ile Hayrunnisa hanımefendinin üçüncü çocuklarıdır. Hicri 6 Muharrem 1333 (m.1914) yılında, Hindistanın Uttar Pradesh eyaletinin başkenti Lucknow’a 80 kilometre uzaklıkta Rayberili kasabasının takriben 2 km. kuzeydoğusunda Seiy Nehri kenarında aynı sülâleye ait beş on evden oluşan bir yerleşim biriminde dünyaya teşrif etmiştir.
İlim ve fazilet ehli bir aileden gelen Nedvi, çok küçük yaşlarda kitaplarla tanışmış, kitap sevgisi ve ilim aşkı kalbine yerleşmiştir. Henüz beş altı yaşlarında iken tanınmış bir alim olan babasını taklit etmeye başlar, onun gibi vaaz eder, irşatta bulunur. Çocukça bir merakla babasında gördüğü örnek yaşantıyı uygulamaya çalışır. Dokuz yaşlarında babasını kaybeder, o güne kadar hep dersleri ile meşgul olarak gördüğü abisinin yakın ilgisi ile ilk defa bu olayla tanışır. Abisinin terbiyesinde yetişir.
Babasının vefatından sonra ailesinin gelirleri azalır ve bir müddet sıkıntı çekerler. Bu dönemde, fakirlik sebebi ile artık okuyamayacağını düşünür. Ama annesinin duaları kabul olacak ve ümmete ışık tutan bir güneş olacaktır. Allah Teâla bu işe, Prens Nur Hasan’ı sebep kılar ve üstada “Baban öldü, diye üzülüp, artık okuyamayacağım diye tasalanma, ben senin eğitim masraflarını tekeffül ediyorum” der. Bu çağda Prens Nur Hasan’ın görkemli ve ihtişamlı sarayında misafir olarak kalır. Tahsiline devam eder. On iki on üç yaşlarında büyük alimlerin meclislerinde, onlarla Arapça konuşabilecek kadar ileri düzeyde Arapça’yı öğrenmiştir. Bunun yanı sıra Urduca ve Farsça’yı da ilerletmiştir. Okuyup yazacak kadar da İngilizce öğrenmiştir. Yirmi yaşına geldiğinde devrinin medreselerde okutulan ilimleri tahsil etmiş bulunmaktaydı.
Yirmi yaşında Hindistan’da iddialı bir eğitim müessesi olan Nedvetü’l-Ulema’ya hoca olarak tayin edilir. Kendi yaşıtlarına ve hatta büyüklerine tefsir dersleri verir. Arapça öğretiminde farklı bir metot dener. Arapça’yı Arapça’dan öğretimde başarılı olur ve kısa zamanda talebelerini Arapça’yı konuşur ve anlar seviyeye getirir. Elde mevcut eğitim kitaplarının yetersiz olduğunu düşünür ve kendisi gerekli olan kitapları müfredata göre kaleme alır. Ona göre her ülke, kendi eğitim kitaplarını kendi üretmelidir. Eğitimde tercüme ile başarı elde etmek mümkün değildir. Bunun için Arapça okuma parçalarını ihtiva eden kitaplar yazar, Arap edebiyatı ile ilgili eserler verir. Sonraki yıllarda da medreselerde ders kitabı olacak mahiyette onlarca kitap yazar.
Bir çok şehri gezer, ilmî ve kültürel faaliyetlerde bulunur. Meşhur İslâm Şairi Muhammed İkbal ile tanışır, şiirlerine vurulur. Düşünce ufkunda kendi deyimi ile şimşekler çakar. İkbal’i tanıyana kadar, şiir melekesinin kültürle ve okumakla ilgili olduğunu sanır. İkbal için ise, onun şiir diline aktardığı manalar, düşünmekle veya okumakla, kültürle elde edilebilecek şeyler değildir, der.
Tek başına ilmi faaliyetlerin yeterli olmayacağı kanaatindedir. Bu amaçla bir arayış içine girer. Civar illeri gezer, döneminin ileri gelen şahsiyetleri ile tanışır, düşüncelerini açar. Amacı farklı tecrübelerden istifade etmek ve öncekilerin hatalarını tekrar etmeksizin, kısa zamanda uzun mesafeler kat etmektir. Bu amaçla Tebliğ cemaatinin lideri Muhammed İlyas Kandehlevi ile tanışır. Çok etkilenir, aynı hareketi kendi dünyasında tatbik etmek ister.
Ufku genişlemiş ve Hindistan dışındaki müslüman dünya ile de ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde ilim ve fikir dünyasında fırtınalar koparan, büyük bir ilgi ve beğeni toplayan”Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti” adlı eserini kaleme alır. Henüz Arap dünyası ile bir tanışmışlığı olmadığından, eseri Urduca’ya çevirir ve ilk baskısını Hindistan’da yapar. 1947 yılında ilk haccını yapar. Burada Hicazın ileri gelen alimleri ile tanışır. Ama asıl 1950 yılında yaptığı ikinci haccında etraflıca Hicaz alimleri ile görüşür, konferanslar verir, radyoda konuşmalar yapar. Bu arada eserini Arapça bastırma imkanını elde eder. Eseri Mısır’ın saygın yayınevlerinden birinde basılır ve kısa bir zamanda el kitabı haline gelir. Artık müellif bu eseri ile tanınacaktır. Onu tanıtanlar şu eserin sahibi filan zat diye takdim ederler. Eser ingilizlerin alçakça ve sinsice oyunlarını gözler önüne serer, müslümanların uyanmasına bir vesile olur. Bu nedenle dönemin İngiliz hükümeti uzun bir müddet bu kitabın İngiltere’ye girişine yasak koyar.
1951 yılında Mısır’ı ziyaret ettiğinde Mısır’da tanınan bir kişidir. Seyyid Kutup, Muhammed Gazali ve Haseneyn Mahluf gibi devrin ileri gelen fikir ve ilim adamları ile fikir teatisinde bulunur. Dünyanın muhtelif yerlerinden gelen müslüman talebelerle tanışır, düşüncelerini onlara açar. Bu arada Türkiye’den gitmiş olan talebelere de sohbetler eder. Onlarla çabucak bir ünsiyet kurduğunu, kanlarının kaynaştığını söyler. Bu talebeler arasında halen Fatih Camiimizde kadim usul üzere tedrise devam eden muhterem hocamız Muhammed Emin Saraç ta bulunmaktadır. Daha sonra Türkiye’ye her geldiğinde hocaefendiyi arayacak ve soracak, o günlerde atılan bu tohum her ne zaman Türkiye anılsa Üstadın aklına hoca efendiyi getirecektir. Bu dostluğun bir semeresi olarak her münasebetle Hindistan’a davet edilen hoca efendi ilk kez 1997 yılının sonlarında Hindistan’da akdedilen uluslararası bir toplantıya gitme fırsatı bulur ve aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu bir gurupla Hindistan’ın Lucknow kentine, Nedvetü’l-Ulema’nın bulunduğu merkeze takriben bir haftalık bir ziyaret nasip olur. Orada Üstadı yakından görme ve tanıma imkanı doğar. Her yönü ile dört dörtlük bir alim, bir fikir adamı, bildiğini yaşayan, yaşadığını söyleyen bir ulu insan tanınır. Zühdü ve tevazusu ile güneş gibi yanına yaklaşanları eriten, bilgisi ve hikmeti ile yıldız gibi her yöne rehber olan bu asırda eşi benzeri zor bulunur bir zat görülür. O her hali ile bu asra ait olmadığını gösteriyordu. Ceddi Hasan (r.a.)’ın asrına aitti ve bu dünyada bu haliyle hep garipti.
Bu yolculuğumuzda Hindistan’da Hilafet merkezinin çocukları olarak karşılanmış, gördüğümüz ilgi karşısında şaşa kalmıştık. Anladık ki, Üstadın Osmanlıya olan hayranlığı, her Hint müslümanı kardeşimizin kalbinde aynı sıcaklıkta hissedilmekteymiş. Bu gözler ve ziyarete katılan diğer gözler, gördükleri harikulade manzara karşısında büyülenmişlerdi. Ne yazık ki, hep Osmanlı ile yatıp kalkan Hint müslümanlarını, Osmanlı evlatları belki de hiç anmamaktadırlar. Orada her milletten müslümanlar eserler bırakmakta idiler, ama onlar Osmanlı mimarisi örneği bir cami görmek istiyorlardı. Çünkü onlar yüzlerce yıl orada hükümranlık sürmüş Türklerin eserlerini görmeye alışmışlardı.
Tekrar Üstadın hayat yolculuğuna dönecek olursak, Mısır ziyareti ile artık uluslararası bir kimlik kazanmış oldu. Bundan sonra bir çok İslam ülkesini gezdi. İslam dünyasının doğusu ile batısı arasında hemen hemen gezmediği görmediği yer kalmadı. Batıyı ve Amerikayı gezdi buralarda konferanslar verdi. İslam gençliğini uyandırmanın gayreti içinde oldu. O bir eğitimci idi. Tek düşüncesi İslam gençliğini batının maddeci ve ahlaksız dünyasından kurtarmaktı. Bunun için her gittiği yerde, idarecilerle görüşüyor, ilim ve fikir adamları ile fikir teatisinde bulunuyordu. Üstad için söylenecek çok şey var, ama fazilet sahiplerini ancak faziletli insanlar tanır ve bilir. Ali Tantavi’nin Ustad için kullandığı şu ifadeler ne kadar doğru ve yerindedir: “Ebu’l-Hasen’i Mekke’de, Medine’de ve Şam’da yakinen tanıdım, daha önce de Hindistan’dan biliyordum. Her halükarda onu hak yolunda istikamet üzere duran, Allah için çalışan, gerçek züht sahibi bir zahit ve tevazu eri olarak gördüm. O öyle hayat perdesinin ardında yaşayan gafillerin, dünya nedir bilmeyen, dünyanın içindekilerden habersiz kişilerin zahitliğini değil, dünyayı ve dünya ehlini tanıyan bir alimin zühdünü yaşıyordu. Doğuyu ve batıyı görmüş, dünya başkentlerinde ve şehirlerinde dolaşmış, ulularla ve küçüklerle oturup kalkmış, gençliğinin ilk çağlarını Prens Nur Hasan’ın sarayında geçirmiş, lüksün ve konforun en alasını yaşamış biri iken, bütün bunlardan el etek çekmiş gerçek zahit biri idi. Onun zahitliği mahrumiyetin doğurduğu bir zahitlik değildi. O, yiyecek lokması olmayıp ta kendini zahit gösteren aç birinin zühdünü yaşamıyordu. Aksine önünde envai türlü yemekler dururken onlara karşı iştahsız kalarak bir zahitlik yaşıyordu. Uluslararası konferanslara katıldığında, misafirlerin konakladığı büyük otellerde konaklamaktan kaçınır, öğrencilerinin evine misafir olmayı tercih ederdi. Ne kadar da çok talebesi vardı.
Bir kale inşa eden, bir orduya komuta eden ululardan sayılıyorsa, bilinmelidir ki, Ebu’l-Hasen, talebelerinin kalplerinde taşlardan inşa edilen kalelerden daha muhkem daha güçlü kaleler inşa etmiştir, salih alimlerden, ihlas sahibi davetçilerden küçük bir ümmet oluşturmuştur”1.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi bütün hayatını eğitim ve öğretim için harcadı. Onun felsefesinde her on yılda bir nesil eğitilebilir ve yetiştirilebilirdi. Ve en kalıcı hizmet de şüphesiz buydu. On beş yaşlarında başladığı eğitim ve öğretim hayatını seksen beş yaşında noktaladığında tam yedi nesil onun terbiyesinden geçmiş oldu. Binlerce talebe bilfiil ondan feyiz aldı. İslam ümmetinin milyonlarca ferdi onun kitaplarından okudu, istifade etti. Fikirleri dünyanın her bir yanına yayıldı. Müslümanlar için Hindistan artık O’nun adı ile anılır oldu. Şüphesiz O, Rabbine yürüdü, ağlanılacak bir hali yok, değil sakalına saçına ak düşmesi, saçı ile sakalı ile ak ve pak bir müslüman olarak arzusuna kavuştu. Her teli İslam için ağarmış olan sakalları ve saçlarının sayısınca derece cennette onu bekliyor inşallah. Ağlanacaksa genelde bütün İslam alemine, özelde de Hindistan’a ağlanmalı. Hikmeti, ilmi ve gerçek siyaseti arayanlar ağlasınlar, bu kavramların gerçek anlamda tecelli ettiği büyük bir çınar bu fani alemi terketmiş bulunmaktadır.
En zor yazılardan birisi, şüphe yok ki, insanın sevdiği kişi için yazdığı vefat yazısıdır. Kendisi taziyeye muhtaç iken, bir taziye yazısı yazmak hiçte kolay bir şey değildir. Bir de yazıya konu olan zat, ümmetin bu asırdaki hikmet çınarı, ilim deryası, irfan denizi olan ulu birisi olursa bu yazı bir o kadar daha zorlaşmaktadır. Çünkü onu kelimelerle anlatmak, satırlara dökmek âdeta imkansızdır. O bütün anlamları ile Resülullah (sav)’e varis olan bir isim. O Hint diyarının söz sahibi ismi. O bütün dünya müslümanlarının fikirleri ile yetiştiği bir önder. Alim bir insan, fikir adamı, islami hareketlerin önderliğini yapmış bir şahsiyet. Bakıldığında Allah’ın hatırlandığı bir yüce insan. Seksen yılı aşkın, ilim ve irfan dolu, her tarafı hikmet fışkıran bir ömrün sonunda, tek gayesi rızasını elde etmek olduğu Rabbine yürüdü. Yüzbinler cenaze namazını kıldı, bütün İslam aleminde giyabi cenaze namazları kılındı. Sadece Harem-i şerifte Kadir gecesinde iki buçuk milyonu aşkın insan giyabi cenaze namazını kıldı. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun, Allah şefaatine nail eylesin. Şüphe yok ki, hepimiz Allah’ın mülküyüz ve hepimiz O’na gidicileriz2.
NASIL YAŞARSAN ÖYLE ÖLÜRSÜN
Üstad Hasan en-Nedvi, sünnete aşırı derecede bağlı biriydi. Cuma günü Kehf süresini okumak sünnet olduğundan dolayı, 10 yaşından itibaren Kehf Suresini okumadan Cuma namazını kılmazdı. 12 yaşından itibaren de Ramazan ayının son 10 gününü sürekli itikâfa girerek geçirirdi. Sene 1999 ve Ramazan ayının 23. günüydü. Cuma namazı için gusül abdestini alıp, tertemiz elbiselerini giyerek itikâfta kaldığı mescidindeki yerine yöneldi. Âdeti olduğu üzere Kehf Suresini okumak için talebesinden mushafının getirilmesini istedi. Talebesi mushafı getirene kadar, o da ezberinden Yasin süresini okumaya başladı. Yasin süresini okuduğu esnada, mukadder olan ölüm gelip tertemiz ruhunu Rahman’a çıkardı. Bu, bir çok güzelliği bir arada bulunan ne güzel bir ölüm!
Şu koca kâinatın sistem ve nizamını tasarrufun da bulunduran izzet ve celal sahibi olan Allah’tan niyazım; Bizlere de İslam için yaşanmış bir hayat ve iman üzerine bitecek olan bir ölüm nasip etmesidir. Ey şanı yüce olan Allah’ım! Senin buna gücün yeter ve sen her şeye kadirsin. Allahumme Âmin.
(Ebu-l Hasan en-Nedvi, Yay. Daru-l Kalem, s. 23-200)
Dipnotlar: 1. Fi Mesireti’l-Hayat, Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Beyrut, 1410-1990, Takdim yazısı, c. 1, s. 16 vd.2. Üstadın Fi Mesireti’l-Hayat adlı eserinden istifade edilerek hazırlanmıştır. Üstadın bu eseri, her fikir ve aksiyon adamının mutlaka okuması gereken, seksen beş yıllık dolu dolu geçmiş bir ömrün önemli hayat tecrübelerinin aktarıldığı bir şaheserdir. Onun cemaatlere bakışı, cemaat liderlerine bakışı, hayatı ve cihadı anlayışı bu eserinde en güzel şekilde görülmektedir. Umut ederiz ki, en kısa zamanda bu eser Türkçeye kazandırılır.
Kaynak: Ahmet Hamdi Yıldırım – Altınoluk