Can Damlaları Sohbetleri [Kayıtlar 01]

Bismillahirrahmanirrahim

Bugün Arap ülkelerinin başına gelen musibetin, belanın asıl sebebi budur. Biraz düşünmemiz lazım. O zaman, her zaman söylediğim gibi, ülkemizde yaşayan büyüklerin, dünyasını değişmiş olsa dahi kıymetini bilmemiz lazım. Orada çok büyükler var; Arabistan’da Resulullah Efendimiz (sav) var. Ondan daha büyük bir yaratılmış yoktur. Olmadı, olmayacak da. Allah (c.c) ’ın beyanı bu: “Ey Habibim! Sen olmasaydın ben bu âlemleri yaratmazdım.” buyuruyor.

Yani bütün âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratılmış bir zat, bir peygamber orada iken bu zulme nasıl razı olur ki? Ama ona dönüp de yalvaran mı var? Ona dönüp de: “Ya Muhammed (sav) bu Arap milleti, senin milletin, iyi de olsa, kötü de olsa bu senin milletinden. Merhamet et, şefaat et.” denebilse, deseler, bu gelir mi bu milletin başına? Hayır. Onlar zevk ve sefa peşindeler. Zevk ve sefa peşinde oldukları için, Vahabilik denen bir illetin ortasına, kucağına düşmüşler; Hz. Resulullah (sav) ’ın hadis ve sünnetini bir tarafa bırakmışlar. Çünkü hadis ve sünnete yapışmaya kalksalar; onlar o hayatı zaten yaşayamazlar. O sıra sahabenin hayatını yaşamaları lazım. Sahabenin hayatını yaşayan bir topluluk o kadar güçsüz kalmaz. Çünkü Kur’an’da, işte biraz önce mealini okuduğum manada “Siz düşmana galebe gelmek için, galip gelmek için düşmanla mücadele etmek için iyi atlar alın, yedirin, içirin, bakın, güçlendirin, kuvvetlendirin.”  Allah (c.c) buyuruyor bunu. Ayet… Hani atlar? Atlar, tanklar şimdi; atlar, uçaklar şimdi. Nerede? Affedersiniz; zevkte, sefada harcadığın parayı oraya yatırsaydın bunlar senin başına gelir miydi? Gelmezdi. Öyleyse hepimiz çok dikkatli olalım arkadaşlar.

Allah (c.c) rızası için çok dikkatli olup hadiselere çok dikkatli bakalım ki, onlar bizim ufkumuzu açsın. Murakabe denilen şey bu belki…  Yani bir insan saatlerce oturur da neyi murakabe eder? Yani bir dervişin oturduğu zaman etrafındaki olayları da murakabe etmesi lazım. Çünkü bu olayların hepsinin bir müsebbibi var, bir yaratıcısı var. O yaratıcının yaratma sebebini düşünmesi de murakabe işte. Yani bir gün oturursun güneşin neden yaratıldığını düşünürsün, o murakabe olur; yıldızların o ihtişamını düşünürsün, onların yerleştirilme biçimini düşünürsün, bu murakabe olur. Efendi, yeryüzünde yaratılmış olanların faydalarını düşünürsün, bu murakabe olur.

Mesela tavukları ortadan kaldırdılar bir hastalık gerekçesiyle, ondan sonra arkasından başka hastalıklar çıktı, böcekler çıktı ortaya. Kenedir, bilmem nedir, bir sürü böcek… Allah (c.c) ’ın yaratışındaki hikmetlerin bir tanesini ortaya koyar. Yani, bu tabii olayların bile dengesini değiştirmeye kalktığın zaman, başımıza başka musibetler çıkıyor, başka belalar çıkıyor. Zirai ilaçlama yapıyorlar bazı bölgelerde, mesela bazı hayvanlar o zirai ilaçlamadan etkileniyor, ölüyorlar. Arkasından başka yaratıklar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu gösteriyor ki, o öldürülen yaratıklar onları öldürüyormuş. Yani dengesiz çoğalmalarına engel oluyormuş.

Sen onları öldürdüğün zaman, onları yok ettiğin zaman, bu sefer onlar, dengesiz olarak çoğalıyorlar. Akşam haberleri izleyenler görmüştür, mesela şu kadar şu kadar büyüklükte örümcek bir yerde çıkmış. Hepsi birden adamın evine hücum ediyorlarmış. Son anda görülmüşler, gelmişler belediyeden, şuradan buradan ekipler imha etmişler. Şu kadar şu kadar; kavanozun içerisine yakalamışlar canlı olarak ve bakmışlar virüs taşıyorlarmış. Hepsi bir hastalık taşıyorlarmış. Yani dengeleri değiştirmeye çalışıyoruz. Dengeleri değiştirdiğimiz zaman başka bir şey ortaya çıkıyor. Bir vahamet ortaya çıkıyor. Öyle bir denge kurmuş ki Yaradan, hani o tesadüfen oldu diyenlerin her şeyini çürütmek için öyle dengeler kurmuş ki; bir taraf eksik olunca diğer taraf mahvoluyor. O dengeyi bozamıyorsun. Bozduğun zaman başına bela geliyor, başına musibet geliyor. Ama Allah (c.c) ’ın zikir dengesini bozdular epey bir zamandır. Bakın; şu etrafımızdaki İslam coğrafyasına bakın. Biz bu zikir dengesini bozduk. Yani insanların yaptığı zikir dengesini bozduk. İnsanlar artık eskisi gibi zikretmiyorlar. İnsanlar eskisi gibi yakarmıyorlar. İnsanlar eskisi gibi yalvarmıyorlar. Bunun yerine başka şeyler yapıyorlar. O zaman ne oluyor? Ondan da bir eksiklik doğuyor.

Efendim, deprem oluyor, şu oluyor; bir sürü musibet… Biz bu coğrafya olaylarını bilmeyen birisi değiliz. Yani haşa, estağfirullah, sizleri tenzih ederim; ama ben cahil birisi değilim. En azından onların değer verdiği zahir ölçülerde, benim için değer değil de, üniversite bitirmiş birisiyim. Hatta bir buçuk üniversite bitirmiş birisiyim. O zaman bu, cehaletle söylenmiş bir söz olamaz. Kaldı ki ben cehaleti üniversite okuyup okumama noktasından değerlendirmiyorum. Cehalet başka şey… Bu cemaatte cahil insan yok, elhamdülillah, şükrolsun. Onların açısından… Yani bizi her taraftan sarıp sarmalayıp perişan etmeye çalışan bir düşünce akımının bakış açısından bakarak diyorum ki; eğer cahil diyorsanız, bunu söyleyenlere cahil diyorsunuz. Hayır, biz cahil değiliz. Tabiat olayının, coğrafya olayının ne olduğunu çok iyi bilen bir insanız. Nasıl geliştiğini de çok iyi bilen bir insanız. Ancak gördüğümüz bir hadiseyi de çok iyi bilen…

Bakın; ben bilmiyorum, herhâlde bir sene önceydi! Size bir hadise anlatmıştım.

Avustralya’da bir olay oldu biliyorsunuz, orada çok büyük bir kasırga oldu, çok büyük bir tayfun oldu ve o büyük kıtanın yarısını yerle bir etti aşağı yukarı. Bütün ormanlarını, ağaçlarını, şunlarını bunlarını… Ama o, yerle bir ettiği kesim, fazla insan yaşamayan… O çok büyük bir kıta da, orada fazla insan yaşamıyor. Belli bir bölümünde insan yaşıyor. Ve o fırtına Hindistan, Çin yarımadalarının olduğu bölgeye doğru; orada çok insan yaşıyor. Biliyorsunuz Çin de, Hindistan da çok nüfusu kalabalık yerler bunlar. Oraya doğru yöneldi. O zaman bütün biyoloji bilimcileri, işte o coğrafya bilimcileri, bütün bilimciler bir araya geldiler, toplandılar ve dediler ki; bu tayfun buraya yöneldi, gidiyor. Giderse burada milyonlarca insan ölecek. Herkes bu beklenti içerisinde günler günleri, günler günleri kovaladı ve birden o tayfun yönünü değiştirdi. Okyanusa tekrar döndü. Tekrar okyanusa dönünce o felaketten dünya kurtardı. Bu 87-88, o yıllarda olmuş veya daha sonra doksanlı yılların başında olabilir; bu hadise.

Araştırdılar bunu. Senelerce araştırdılar. Nihayet bundan iki sene önce bilim dergilerinde yayınladılar. Senelerce bunun niye döndüğünü, birdenbire orada niye durduğunu araştırdılar. Ve araştırmanın neticesinde ortaya koydukları: Her sene orada bir kelebek göçü olayı, faaliyeti olduğunu ortaya çıkarttılar. Milyonlarca hatta milyarlarca kelebek… Kelebekler bir gün yaşayan yaratıklar. Onu da biliyor musunuz? Yani bütün göç olayı dediğimiz olay… Bunların kanat çırpmaları öyle bir cereyan oluşturuyormuş ki havada, o büyük tayfunun istikametini döndürmüş. Oradan geriye döndürmüş. Bu bilimsel olarak ortaya konulan bir şey… Yani o kadar kelebek bir araya gelip kanat çırpınca, öyle bir elektrik, havada öyle bir elektrik oluşturuyormuş ki, o elektriğin gücünü düşünün, o büyük tayfunun yönünü döndürüyormuş. Gideceği bir yerden terse döndürmüş ve tekrar okyanusa…

Şimdi ey benim kelebek kardeşlerim!

Eğer biz bir araya gelsek bütün Müslümanlar olarak, zikretsek, Allah, Allah desek ve o kelebekler gibi çırpınabilsek, biz ne büyük felaketlerin önüne geçeriz bir düşünün? Ne felaketleri yok ederiz bir düşünün Allah (c.c) rızası için? Ama bunu yapamıyoruz. Yani bir kelebek kadar olamıyoruz. Bir kelebek kanadı gibi kalbimizin çırpınmasına sebep olamıyoruz. Yani zikri, kalbimize indiremiyoruz. O zikir kalbe girdi mi aynen o kelebeğin kanat çırpması gibi o kalpte bir hareket olur. Ondan sonra bütün vücuda, o vücudundaki tüylerde bile o hareket… Zikir ehli bunu bilir ne demek istediğimi. Ehline malumdur. Milyonlarca insan olup da onu aynı şekilde yaptığımızı düşünün. Bakın bir milyon insan bir araya geliyor, zıplıyor. Zıpladıkları zaman ülkenin belli kilometrekaresinde bilmem kaç şiddetinde deprem meydana getiriyorlar. Fayların kırılmasına sebep oluyorlar. Aynı anda zıpladıkları zaman orada ufak çaplı bir deprem meydana geliyor, kırılmamış fayları kırıyor, dolayısıyla daha şiddetli bir depremin önüne geçilebiliyor. Allah (c.c)takdir etmişse olmayacak bir şey değil ki. Yeter ki Allah (c.c) istesin.

Evet, şimdi demek istediğim nokta şurası: Eğer biz zikrin önemini kavrarsak, gerçekten kalbî zikir yapan insanlar olabilsek, ama gerçekten Allah (c.c) rızası için. Tabii ki bu cemaat değil benim muhatabım, genel manada diyorum. Bütün insanlık için diyorum. Bizim gayemiz ne? Bizim neye ihtiyacımız var kardeşlerim? Biz ne için çırpınıyoruz? Allah (c.c) rızası için. Bakın siz biliyorsunuz ki ben bu arada birçok yere gittim, geldim. Gidip geliyorum, niye gidip geliyorum? Bir de harcıyorum cebimden. Benim ikrama mı, ihtişama mı, saygıya mı, hürmetine mi ihtiyacım var? Bunu zaten siz yapmıyor musunuz? Yapıyorsunuz. Ben ne edeceğim insanlara gidip de ?…

Gittiğim yerlerde insanlara neyi anlatıyorum?

Allah (c.c) rızası için diyorum ki; bu insanlar eğer kalbî zikri öğrenirseler Allah (c.c) rızası için… Hatta hiçbir mürşidin yapmadığını yapıyorum. Ben kendimi mürşit de kabul etmiyorum; ama her zaman size söyledim: Bir emir mi? O emir bizim üzerimizde. Allah (c.c) da şahit, Resulullah (sav) da şahit, mürşidimiz de şahit, siz de şahitsiniz. Siz de bunu açık açık, çeşitli vesilelerle gördünüz. Şunun için söylüyorum: Biz o insanlara ne diyoruz? Çoğunlukla diyoruz ki: Gelin, bizim sohbetimizi dinleyin,isterseniz gidip başka yerden ders alın. Hiç önemli değil. Biz ders almanız için dolanmıyoruz. Bizim yeterli sayıda insanımız var, ihvanımız var. Biz onlara hizmet etmekten yoruluyoruz. Ama asıllardan ders alın, vekilleri falan bırakın.

Eğer o asıllar da gerçekten mürşitseler yataklarından doğrulsunlar, silkinsinler, kalksınlar. Allah (c.c) ’tan utansınlar, Resulullah (sav) ’tan utansınlar. Resulullah (sav) ’ın Taif’ ‘te taşlandığı günü bir gözlerinin önüne getirsinler. Ben mürşidim demekle kimse mürşit olmaz. Fiili mürşit olacak, fiili. Yaptığı iş mürşit olacak. Yaptığın iş Resulullah (sav) ’ın halifefsine yaraşacak. Senin peygamberin, Taif’te taşlandı. Yahudi çocuklarının eline taş verdiler, kafasına taş attırdılar. Niye? Tebliğe gittiği için. Sen bu sünnetten niye vazgeçersin? Velev ki gittiğin yerde eziyet, cefa görsen de… Kaldı ki bizim insanımız hiç kimseye eziyet, cefa etmiyor. Ders alsa da, almasa da Allah (c.c) rızası için Anadolu insanı öyle. Bir Müslüman gitti mi, onun Müslüman olduğuna da inandı mı bağrını açıyor, kucağını açıyor, yatağını açıyor, evini açıyor, sofrasını açıyor. Ama sen âcizleniyorsun… Rahatın kaçıyor, istirahatın kaçıyor… Niye dolanmıyorsunuz?

Oturduğunuz yerden bir sürü vekil atamışsınız. Vekil diye gönderdiğiniz adamlar milleti sülük gibi emiyorlar. Mallarına, canlarına, ırzlarına tasallut ediyorlar Allah (c.c) korusun. belki senim gönderdiğin vekil yapmıyor; ama böyle bir müesseseye yol verdiğin zaman öbür adam da gidiyor, ben de vekilim, diyor. İşte bana Çorum’da anlatılan veya işte başka yerlerde anlatılan birkaç mesele bunlar. Anlatayım mı sizlere? Tebliğe gittiğim yerlerde adamlar geldi, bizimle görüştü, oturdu dediler; efendim çok muzdaripiz, çok muzdaripiz. Geliyorlar, gidiyorlar bir yerlere… Geliyorlar işte “Biz çorba içtik, şunu olduk bunu olduk, diyorlar.” Üç gün, beş gün çok iyiler. Biz de diyoruz ki; helal olsun, bak adamlar nasıl değişti, ne oldu, nasıl yola geldiler, şöyle oldular, böyle oldular! Üç gün, beş gün, üç ay, beş ay neyse, sonra; böyle bir itimat telkin ediyorlar milletin üzerine. Ondan sonra başlıyorlar. Efendi üç kuruş ver, efendi beş kuruş ver, efendi şunu ver, efendi bunu ver, bir bakıyorsun adamlar kayıp. Bir öğreniyorsun ki milyonlarca para gitmiş. Ondan almışlar, ondan almışlar, ondan almışlar… Almanya’dan bir vatandaş anlatıyor. Diyor ki: Geldiler, diyor, Almanya’da falan zatın vekiliyiz, dediler, oturdular, yediler, içtiler, yattılar. Hatta diyor adam evinden sabahleyin kalkıp işine gidiyor, adamın evinde iki kişi kaldılar, karısı da onlara hizmet etti on beş gün boyunca. Arkasından elbiselerini, şununu bununu, her şeyini, ne ihtiyaçları varsa aldırdılar adama. Ondan birkaç ay sonra da yine gelmişler bir de araba aldırmışlar. Yalnız demişler ki; arabayı geçir sen, biz orada parayı ödeyeceğiz. Arabayı geçirttirmişler, üstlerine yapmışlar, adamın parasını vermeden adamı koymuş kaçmışlar, adamı göndermişler. O çekebiliyor ya yurt dışından gelen arabayı; onun üzerine gelmiş. Muameleyi burada, Türkiye’de kendi üzerlerine devrettikleri gibi arabayı almışlar, kaçmış gitmişler.

Hani efendim bunun tarikatla ilgisi… Diyorum ki; eğer ben sınırsız kişiye vekâlet veriyorsam, gönderiyorsam, bunu duyunca insanlar, bir yerlerde birileri çıkıyor. Hiçbir görev, hizmet verilmemiş ona; ama o çıkıyor ben de diyor, ben de vekilim diyor. O zaman Allah (c.c) rızası için, gittiğim her yerde diyorum. Diyorum ki; bırakın bu vekiller davasını, bırakın! Sizin ayağınıza gelen asıllara kulak asın. Ben vekil falan değilim, ben asılım. Eğer vekâletin ne olduğunu soruyorsan sana anlatayım: Vekâlet, geçici bir süre mürşit hasta olur, şu olur bu olur, seyahat edemeyecek durumda olur, mürit ona bir ders tarif eder, vekil ona bir ders tarif eder. En geç on beş gün içerisinde onu mürşide götürmek kaydıyla o dersi tarif eder. Halidilik ’te bu! Vekâletin aslı astarı bu, bundan ibaret. Ondan başkası yok. Hatme görevi yapmak açısından görevli olur, o başka. Yani insanları toplar, onlara hatme görevi yapar, onlara sohbet yapar. O da ancak sohbet için kesinkes emir verilmiş olması lazım.

Bak Zamanın Valileri Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri ‘ne yazıyorlar ben bunu anlattım size birkaç kere, yine anlatacağım. Usanana kadar anlatacağım. Yani bunu siz anlayana kadar ben anlatacağım ki siz de gerektiği zaman söyleyesiniz. Diyesiniz ki; bizim tarikatımızda arkadaşlar usul budur, bundan başka yol, bundan başka usul yoktur. Valiler belli bir zaman sonra diyorlar ki, efendim, diyorlar, buraya birileri geldi, dergâh açmak istiyorlar. Valiler dediğimiz, o sıra şimdiki vilayetler değil. Irak valisi, Suriye valisi, Arabistan valisi, efendim İran valisi, gel bu tarafta Türk ülkelerindeki valiler… Yani Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir sürü vali. Onlar vali.

El-cevap: Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri diyor ki: Efendiler bakın şu şartların benim halifemde bulunması lazım. Şunları yapıyor, şunları da yapmıyor olması lazım. Eğer bu şartları görmüyorsanız –af buyurun- kendi kelamıyla; kıçına vurun bir tekme. Kim olursa olsun, kıçına vurun bir tekme. Benim halifem değildir o. Ve bu, onun mektupla yazdığı şeyler kural oluyor. Zamanla Halidiliğin kuralları oluyor. Diyorlar ki bir Halidi mürşidinde aranması gereken şartlar bu. Bir diyor; şeriata, sünnete muhalif bir hâli varsa, görseniz ki gökte uçuyor, vurun kıçına. Bakın dikkat buyurun, bizden değildir o, diyor. Evliyaullah olabilir, veli de olabilir. Her şey olabilir. Ben ona karışmam, diyor. Olamaz demiyorum, diyor. Hayır! Mevlana Halid’in halifesi olamaz. Ben bunu diyorum, diyor. Benim adıma açmasın da gitsin kendi adına… Beni ilgilendirmez, diyor. Ama benim halifem olamaz, diyor. Çünkü benim halifemde olması gerekenler bunlar diyor. Ben onları halife yaparken yazılı olarak onlardan taahhüt aldım. Bu şartlara uyacağına dair yazılı olarak taahhüt aldım. Üç yüz altmış beş halifenin üç yüz altmış beşinden de bu taahhüdü aldım, diyor. Altına da imza koydular. Efendim, biz bu çerçevenin dışına çıkmayacağız diye. Eğer birileri bu çerçevenin dışına çıkıyorsalar eğer, bilin ki onlar bizim halifemiz değil. Ama evliyaullah olur, veli olur, hâşâ. O da benim işim değil, diyor. Onu tefrik etmek de benim işim değil. O zaman biz de diyoruz ki, gittiğimiz her yerde, arkadaşlar bakın bu adamlar eğer Halidi ’yiz diyorsalar; -Halidiliğin şartları- o küçük kitaplarımızdan bir tane takdim ediyoruz. Bakın burada Halid-i Bağdadi Hazretleri sıralamış o şartları. Bu şartlara bir bakın. Bakın! Uyuyor mu, uymuyor mu? Uymuyorsa vurun kıçına! Kimin halifesi? Kimin halifesi olursa olsun. Kimin vekili? Kimin vekili olursa olsun. Vurun kıçına tekmeyi! Öyle buyurmuş. Öyle yapın. Ha Halidi değil, başka bir şey, diyor. Başka bir tarikat. Nakşi değil, başka biri… Onlara ben karışmam. Hâşâ! Benim haddime de düşmemiş. Hâşâ! Ben bunları da söylüyorsam kendi kafamdan söylemiyorum. Bak işte Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri ’nin emrine bakarak ben bunu söylüyorum. Ben onun halifesiyim. O bana geldi, dedi ki: Sen yeryüzündeki benim beş halifemden birisisin. Allah (c.c) sizi inandırsın. Böyle sizinle nasıl oturuyorsam, o şekilde oturdu bana dedi ki; Beyim, dedi; benim yeryüzündeki beş halifemden birisisin. Ama böyle devam edersen. O Mevlana Halid, aması var muhakkak arkasında.

Yani böyle devam edersen, benim beş halifemden birisisin. Ama bu yoldan çıkarsan çıktın gittin. Biz de diyoruz ki; Mevlana Halid’in halifelerinden birisi olarak diyoruz ki; arkadaşlar bu işin yolu budur! Buradan çıkarsanız olmaz! Buradan çıkarsanız yanlış yaparsınız. Buradan çıkarsanız en azından bizim tarikatımızdan olmuş olmazsınız. Etmeyin, eylemeyin. Efendim ben şunu görüyorum, ben şunu yaşıyorum, ben şöyle rüya görüyorum, ben şöyle şunu ediyorum, ben… Bırakın bunları. İstikametinize bakın. Ben de diyorum ki; bana da geliyor, işte Allah (c.c) için çoğu aranızda. Bana neler anlattınız siz. Benimle ilgili siz gördüğünüz neler anlattınız. Biz size ne dedik? Allah (c.c) için buradasınız. Dedik ki o gördüğünüz şey sizin imanınız, ihlasınız. Sizin gördüğünüzü ben görmedim; ama sizin gördüğünüze de inanıyorum. Çünkü Allah (c.c) ’ın bana yardım ettiğine inanıyorum.

Ben bir karınca gücünde birisiyim. Mürşit olsun adım, ne olursa olsun. Ben kendimi biliyorum. Ama Allah (c.c) ’ın bana yardım ettiğini de çok iyi biliyorum. Mademki bunları gördünüz, o zaman istikametime bakın. Hep gözünüz istikametimde olsun. Ama eğer, bakın şeriata, sünnete yaraşıyorsam hâlim, fiilim, durumum, konuşmam, her şeyim, buna yakıştırıyorsanız, devam edin, gelin arkamdan, korkmayın. Benden büyük mürşit yoktur o zaman. Bakın neye dayandırdığımı söyleyeceğim size. Çünkü bir mürit için mürşidinden daha büyük mürşit olmamalı. Eğer müritse o. Nereye bağlanmışsa oradan daha büyük bir makam olmamalı ki, oradan feyiz alsın. Velev ki o en büyük mürşit olmasın hiç önemli değil. Resulullah Efendimiz (sav) onun bizatihi, her türlü terbiyesini üstlenir. Yeter ki mürşidi, mürşit gibi mürşit olsun. Mürşit gibi mürşitten kastım şu: Yani istikameti şeriat ve sünnet üzerine olsun. Eğer onun istikameti şeriat ve sünnet üzerineyse, o insanlar da onun arkasından şeriat ve sünnet üzerine olduğu için gidiyorsa onların hepsinin mürşidi Resulullah (sav) ’tır, Resulullah (sav) ’tan büyük mürşit de yoktur. Öyleyse hepimizin dikkat edeceği nokta bu kardeşlerim.

Efendim şöyle uçtu, şöyle kaçtı, şunu yaptı, bunu yaptı, şöyle keramet gösterdi, böyle keramet gösterdi. Bunları bırakın bir tarafa. Bunlar boş şeyler. Bunlar arkasından gidilecek şeyler değil. Eğer bunlarla olsaydı Resulullah Efendimiz (sav) ‘den en çok mucizeyi Ebu Cehil gördü. Hz. Ebubekir ’den de çok gördü, Hz. Ömer ’den de çok gördü, Hz. Osman ’dan da çok gördü, Hz. Ali ’den de çok gördü. Çünkü onlar inandılar, inanmak için başka bir delil istemediler. Ama o zalim delil üstüne delil istedi de ne oldu? Müslüman mı oldu, yola mı geldi, itaat mi etti? Gidin Bedir kuyularına, belki hâlâ sesini duyarsınız; geberdi gitti o kuyularda. Belki hâlâ, evet, manevi bir kulağınız varsa sesini duyarsınız orada geberenlerin. Öyleyse insaf edelim. Sözüm cemaatime değil. Sözüm cemaatimin tebliğ yapacağı herkese. Ben cemaatimi biliyorum, cemaatim de beni biliyor. Ben onlardan razıyım, onlar da benden razı, Allah (c.c) ve Resulullah (sav) ‘da inşallah onlar da razı. Çünkü biz yaptığımız her şeyi onların rızası için yapıyoruz. Onun dışında hiçbir gayretimiz, hiçbir gayemiz yoktur. Allah (c.c) bunu biliyor, bildiği için yolumuzu açtı. Biz bu yola çıktığımız zaman sekiz kişiydik. Herkes diyordular ki işte sekiz kişi geldi, sekiz kişi giderler. Şimdi sekiz yüz kişi olduk. Yine bakıyorlar, yine arkamızdan bakıyorlar. Bizim yaptıklarımızı onlar hayal bile edemediler, edemezler, edemeyecekler. Allah (c.c) ’ın izniyle bu cemaat bir gün öyle bir duruma gelecek ki; bütün Türkiye’nin objektifleri bu cemaatin üzerine çevrilecek. İşte o zaman kendini çok ileri görüşlü, çok bilen, çok bilmem neler bilmem neler… Söylemeye dilim varmıyor. Onlar ne kadar yanlış yaptıklarını anlayacaklar, onlar da bize yönelecekler. İnşallah onlar da bize yönelecekler. Yönelsinler. Biz bundan rahatsız olmayacağız. Onların yaptıklarının hesabını da sormayacağız. Çünkü demin ki kelebek kanadı misali, bir kanat çırpışı da belki onlardan… Allah (c.c) hidayet eder, merhamet eder bir kanat da onlar çırparlar, bu davaya bir faydaları olur. Yoksa Ahmet’i, Mehmet’i tanımışlar, tanımamışlar bu çok önemli de değil. Çok önemli de değil, bugün tanımayan yarın tanır inşallah. Yani tanınmak o kadar zor bir şey değil.

Her sohbetimin bir kısmında size söylüyorum. Tanınmak o kadar zor bir şey değil. Bakın hiçbir belirtisi olmadığı hâlde yalancının birisi çıkıyor, ben Mehdi’yim, diyor, tanınıyor. Bütün Türkiye ertesi gün onu tanıyor. Bakın hiç ilgisi olmayan bir yalancı çıkıyor, ben Mehdi’yim, diyor ve bütün Türkiye o gün onu tanıyor. Yani bu tanınma olayı o kadar zor bir olay değil. Yarın Allah (c.c) iltifat eder, bizden de bir keramet zuhur eder, bütün Türkiye bir anda bizi tanır. Tanır da bizi tanıması önemli değil. Bize inanması önemli. O şekilde tanınanların çoğuna iman olmuyor. Yani iman bir emeği gerektiriyor. Bana ancak şu kadar emek verdiğim insanlar inanıyor. Onların imanı olmuyor. Olsa da zayıf oluyor. Benim efendimin meşhur bir hikâyesi var.

Der ki; Dede Paşa Hazretleri Pulur’a gitmiş. Bayburt’un büyük bir köyü Pulur. Belediye olan bir köy. Orada bir Hafız Efendi vardı. Topal Hafız derdiler. Eski ihvanlar bilir, bu Avni Efendi’nin kayınpederinin babası. Bu Topal Hafız çok sevdiği birisiymiş. Boynunu bükmüş hep ki; efendim ne olursun işte şöyle ders alan olsun böyle ders alan olsun… Hani kendi köyü ya… Çok yalvarmış. Mübarek de dönmüş; Dede Paşa Hazretleri…

Gençler, yeni ihvanlara söylüyorum. O Efendim Hazretleri’nin mürşidi. Yani Abdurrahim Efendi Hazretleri’nin mürşidi o, Dede Paşa Hazretleri. Evet… Demiş ki; yahu Hafız Efendi, ne tutturdun bu mürit yakasını? Ne edeceksin? Bak, demiş bir mürşidin iki tane müridi varmış. Bunlar da senin gibi dermişler ki; efendim ne olur, biz iki kaldık. İşte şu kadar olalım bu kadar olalım. Bir göster kendini. Bir gün işte pazaryerinden geçerken, bunlar tabii ki malum onun gönlüne… Onların düşüncesi onun gönlüne malum. Onların çünkü düşüncesi Allah (c.c) ’a malum, onun gönlü de Allah (c.c) ’ın emrinde zaten. Ona da malum eder amenna ve saddakna. Efendi, gönlüne malum olunca demiş ki, yahu ne tutturdunuz? Aynı şekilde; ne edeceksiniz kardeş bu sizden, hakınızdan hayırlı mı, hayırsız mı, emin misiniz? Niye bu kadar istiyorsunuz? Yine bunlar istemişler fakat. Bunlar yine isteyince, pazar yerinden geçerken, atın üzerinde gidiyor mübarek. Bakmış ki bir -af buyurun- çöplük. O zamanlar, yani çöplerin falan toplandığı… Orada da bir horoz leşi yatıyor. Ölmüş horoz, oraya atmışlar. Böyle herkesin duyacağı tonda bağırmış ki; ula Ahmet – o müridinin adı- veya Mehmet.

–Buyur Efendim.
– O horozun ölüsünü ver bana da, onu bir cana getireyim, demiş.
Böyle bağırınca oradaki herkesin dikkatini çekmiş. Ölü horozu cana getirecekmiş. Bu kim idi, nasıl olur, falan deyince, herkes öyle yönelince, uzatmış horozu, almış hemen. Üf! Üflediği gibi… —amenna mürşitlerin nefesi Hz İsa ’nın nefesidir. – Resulullah Efendimiz (sav) buyurmuyor mu? – Benim velilerim Ben-i İsrail’in peygamberleri derecesindedir.- İşte derece size; üf, üflediği gibi horoz çırpınıp kaçıyor.

– Bakın horozu canlandırdı. Ne büyük zat… Akşam cami tıklım tıklım… Ders alan alana, ders alan alana… Bütün o kasabanın halkı ders alıyor. Ders alıyor da; şimdi bunlar mürşitlerinin yanına girecekler, mümkün değil. Cami tıklım tıklım bunlar kalıyorlar dışarıda. Bir gün, iki gün… Bunlar diyorlar;

– o zaman diyorlar biz ne yaptık yahu? Biz her gün gidiyorduk. Mürşidimizle istediğimiz gibi sarılıyorduk, öpüşüyorduk, görüşüyorduk, sohbet ediyorduk, konuşuyorduk, hâlimizi anlatıyorduk, rüyamızı anlatıyorduk. Şimdi mürşitle görüşemiyoruz bile biz. Biz ne yanlış yaptık diye böyle birbirlerine dertleniyorlar. Tabii ki o hâlleri de ona malum. Çağırıyor bunları gece belli bir saatte. –Gelin buraya, diyor. Çağırınca; tabii çağırıyorlar, geliyorlar.
– Efendim, özür dileriz.
– Yahu bırakın; diyor. Her Neyse olan oldu daha. Gidin oradan bir davar bağırsağı bulun da gelin.

Davar, yani koyunun bağırsaklarını bulun da getirin bana, diyor. Gidip bulup getiriyorlar. Mübarek, sabahleyin namaza çıkmadan önce –affedersiniz- pantolonunu sıyırıyor, bacaklarının arasına bunu güzelce doluyor, o bağırsağı. Dolayınca, tabii geçiyor imamete. Namaz kıldıracak cemaate. Millette hepsi arkasına… Bu –Allahu Ekber, rükû, secde derken bu bağırsaklar birbirine sürtünüyor. Sürtününce acayip sesler çıkmaya başlıyor. Ön saftakiler:
-Ulan! Bu abdestsiz bize namaz kıldırıyor yahu. Ula öyle mi, öyle mi, diye, diye, diye daha sabah namazının iki rekât farzını… Sağa selam, sola selam. Dönüyor ki bir tek o iki tane mürit var. Hepsi koymuş gitmiş. Hiçbiri yok.
-Gelin oğlum; diyor. İki pır pırla gelen, iki zır zırla da gider.

İman ile gelelim, ihlas ile gelelim, sohbet ile gelelim. Mürşidin kerameti sohbetidir. Mürşidin sohbetinde keramet bulamayan adam, hiçbir şeyinde hiçbir şey bulamaz. Öbürleri hokkabazlıktır. Bilerek yaparsa hokkabazlıktır. Bilmeden olursa keramettir, o da Allah (c.c) ’ın işidir. Onun işi değildir ki. Yani mürşit bilmeden nasıl keramet gösterecek? Allah (c.c) zuhur ettirecek, oradan gösterecek. Gösterir mi? Amenna. Resulullah Efendimiz (sav) yedi kişiye buyurdu ki; -iftarı sende edeceğim. Sahabeden birisi dedi ki:
-Ya Resulullah (sav), bu yedi kişi oldu. Aynı gün, aynı saatte iftar edeceksin.

Ertesi gün sordular. Bildiğiniz için çabuk geçiyorum. Ertesi gün sordular. Neredeydi? O dedi bendeydi, o dedi bendeydi, o dedi bendeydi. Hâşâ, Allah (c.c) ’a güçlük mü var? O zaman kerameti eğer Allah (c.c) tarafından gösterilirse… Biz bir senelik müritken, iki senelik müritken o dediğiniz kerametlerin hepsi bizden zuhur etti. Hepsi zuhur etti; hiçbirine iltifat etmedim. Her ihvan gelirdi, bize derdi ki; Efendim, sen şunu yaptın, bunu yaptın, şöyle yaptın. Gece işte şu sıkıntım vardı, şu sıkıntımı giderdin. O dedi ki, geldin bana harçlık verdin; o dedi ki geldin bana şunu ettin; o dedi… Hepsine amenna dedim. Ama içimden hiçbirini kendimden bilmedim, hepsini mürşidimden bildim. Şimdi hepsini Resulullah (sav) ’tan biliyorum. Resulullah (sav) da Allah (c.c) ’tan biliyor. O zaman hepsi Allah (c.c) ’tan. Takdir-i ilahi ne ise o oluyor. Benim ayriyeten kendimi göstermem için, insanlar beni tanısın diye bir şey yapmama gerek yok. Allah (c.c) dilerse bir saatlik, bir dakikalık, bir saniyelik bir iş. O zaman biz başımızı eğip hizmetimize bakalım. O, Allah (c.c) ’ın bileceği iş.

Allah (c.c), işte bugün zulmediyorlar Müslümanlara sabrediyor. Gerçi zulmün niye olabileceğini sohbetimizin başında inceledik. Buna sabreden Allah (c.c), bizim de azıcık sıkıntımız, çilemiz olacak, biz sabredeceğiz, Allah (c.c) ‘da sabredecek. Ama öyle bir noktaya gelir ki; zülfü yare dokunurlar. Öyle bir noktaya gelir ki; o evliyaullahın cem-ül cem olduğu bir ana gelir, Allah (c.c) ’ta fani olduğu bir ana rast gelir, muhatabı olur Allah (c.c) o sıra…
Benim mürşidim Kaynarca’da bir topluluğa selam gönderdi, bir ihvanla. Ta biz mürittik. Burada eski ihvanlar biliyorlar. Dedi ki: “Ona karşı gelen bize karşı gelmiş olur. Ona karşı gelen Hazreti Pir’in kılıcına karşı gelir.” dedi. Hazreti Pirler vefat ettikleri için kılıçları kınından çıkmıştır. İki tarafı da keser o kılıcın. Bize karşı gelen bakarsın ki gider o kılıca çarparsa onda bizim suçumuz olmaz. Biz bilerek kimseyi; Allah (c.c) ’a sığınırım. Kimsenin zerre kadar zarar görmesini istemeyiz. Ama bilmeden birileri bize saldırdığını zannederek gider Hazreti Pir’in kılıcına! Çünkü zaten halifeler mürşidin çekilmiş kılıcıdır. Onlara çarptığın zaman o senin kaderindir. Ona bizim söyleyeceğimiz pek de bir şey yoktur.

Öyleyse biz hizmetimizi yapalım. Yani şu kelebeklerin kanat çırpması misali biz hizmetimizi yapalım. Hizmetimize az demeyelim. Bin tespihten, beş bin tespihten ne olur demeyelim. Biz hizmetimizi yapalım; ama lütfen hakkıyla yapalım. Lütfen her tanesinde “Allah (c.c)” diyerek yapalım. Lütfen her çekişimizde her ritmimizde “Allah (c.c)” olsun. Başka bir şey olmasın. Yani yarısında başka bir şey, yarısında “Allah (c.c)” demeyelim. Lütfen o imameye geldiğim zaman “İlahi ente maksudi ve rızaike matlubi” derken gerçekten matlubumuz “Allah (c.c)” olsun. Başka hiçbir gayemiz, hiçbir matlubumuz olmasın. Bunları yerine getirirsek işte o kelebeklerin kanat çırpması misali bizim kalbimiz pat-pat-pat-pat-pat-pat-pat çırpınmaya başlar. Oradan bir elektrik hâsıl olur. Bütün etrafımıza yayılır. Birçok musibeti def eder Allah (c.c) ’ın izniyle. Ve birçok insanların da elektrik almasına, sizi sevmesine neden olur. Çünkü buyuruyor ki; Allah (c.c) bir kulunu severse bunu dört büyük meleğine bildirir. Cebrail de diğer meleklere bildirir. Der ki; ey Melekler! Rabbim bana şunu bildirdi. Ben falanca kulumu seviyorum, siz de sevin. Siz de onu sevin. Ve o melekler yeryüzüyle devamlı irtibatlıdır, o emredilen melekler. Yeryüzüne inip çıkışlarında o insanlara da onun sevgisini aşılarlar. Elektrik yayarlar, yani onu sevdirirler ve insanlar da onu severler.

Ama ondan kastım cemaatimiz. Ben tek başıma hiçbir şey değilim. Ben öyle kabul ediyorum. Benim yolum o. Yani her mürşidin bir meşrebi var. Veya mürşit demeyelim, yakıştıramıyorum kendime. Siz her ne kadar yakıştırıyorsanız da ben kendime yakıştıramıyorum. Amma velâkin her pehlivanın bir yoğurt yiyişi vardır. Yani bizim şeyimiz de o. Biz cemaat şuuru ile cemaatin vücudu ile büyüyeceğimiz, yüceleceğimiz kanaatindeyiz. Bizim böyle bir yolumuz var, böyle bir görüşümüz var. Bu bizim kendimize has bir görüş. Kendimize müşahhas bir görüş. Yani ben diyorum ki; tıpkı Abdurrahman-ı Tagi Hazretleri’nin dediği gibi, “yedi tane iyi mürit bir mürşit eder.” Benim etrafımda yedi yüz tane iyi mürit var. Kaç eder, yetmiş tane mi mürşit eder? Yetmiş mürşidin gücünün birleştiği bir yerde ondan daha güçlü bir mürşit yoktur yeryüzünde. Bu benim felsefem. Velev ki yanılsam benim bunda bir zararım yok, sizin de bir zararınız yok. Çünkü Allah (c.c) rızası için birleşirsek, beraber olursak, birlikte zikredersek buradan bir şey hâsıl olacağına inanıyoruz.

Benim fikrimi Ubeydullah Hazretleri tasavvuf tarihinde savunmuş, Abdurrahman-ı Tagi Hazretleri de buna benzer mübarek sözler buyurmuş. Yani Ubeydullah Hazretleri bir savaşta bir kaleyi muhasara altına aldıkları zaman, –Reşahat ’ta var bu, bir kısmını bahsediyor- kırk tane müridini o mazgallara yığmış, surlara yığmış, demiş ki; “rabıtanıza sığının.” Tam kale düşmek üzereyken bunlar bu rabıtayı yapınca onlara hususi nasıl emredilmişse o rabıtayı yapınca büyük bir fırtına çıkmış, o orduyu tarumar etmiş. Kaybolmuş gitmişler. Hepsi dağılmış o ordunun. Atları bir tarafa gitmiş, kendileri bir tarafa gitmiş dağılmışlar, bütün güçleri, kuvvetleri dağılmış. Bunu yaptıran kim? Ubeydullah Hazretleri… İşte tasavvuf tarihinde benim bu söylediğim şeyi yapan ilk mürşitlerden bir tanesi Ubeydullah Hazretleri. Yani bu fikri savunan… Bu bir yoldur. Yani her mürşidin bir mürit terbiye yolu, sistemi vardır. Biz sohbet vasıtasıyla bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani her müridin bizim gibi düşünmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ve inanın hepiniz bizim gibi düşündüğünüz zaman olacak şeyi de size defalarca anlattım, yine inşallah ömrüm boyunca anlatacağım. İşte o kelebek olayına benzer bir olay inşallah yaşatacak. Ben diyorum ki, eğer gerçekten o yedi yüz kişi benim dediğim gibi inansalar, aynı saatte aynı şekilde hatmeye otursak ve hepimiz aynı şeyi dilesek vallahi Allah (c.c) onu yaratır. Olay budur. İşte o zaman yöneliriz deriz ki; Ya Rabbi şu İsrail’i kahr-ı gazab et, şu kardeşlerimize bu zararı vermesinler. Ve Allah (c.c) o gücü bize verir. O kanat çırpışına benzer bir şey oluştururuz, o musibet defolur gider, dağılır gider. Kaldı ki zaten Kur’an’da Allah (c.c), onları bir gün dağıtacağını söylüyor. Ve bazı erler, güçlü erler gelecek, diyor. Belki o güçlü erler sizsiniz, dikkat edin. Getirin İsra Suresi’nin ayetlerini okuyun burada. Bakın orada ne diyor? Onların iki kere insanlığın başına musallat olacağını bildiriyor, İsrail milletinin. Ve onlara karşı güçlü bir erler göndereceğini Allah (c.c) onları darmadağın edeceğini, mağaralara sığınacaklarını ve arkasına sığındıkları ağaçların ve taşların, onların kendi arkasında olduğunu haber vereceğini söylüyor. O güçlü askerler nerede? Doğdu mu, doğacak mı, hazırlanıyor mu, hazırlandı mı? Bunu bilmiyoruz. Ama velev ki onlar niye biz olmayalım? Öyle buyurmuyor mu Resulullah (sav), demiyor mu ki; “deseler ki yeryüzünde tek bir kişi cehenneme girecek. De ki; Ya Rabbi o insan muhakkak ben dirim.” Niye; bu kadar tevazu sahibi ol. İnsanlardan herhangi birisine deme ki o gider, o gider de ben kurtarırım, hayır. “Deseler ki yeryüzünde tek bir kişi cennete gider, de ki; Ya Rabbi umarım ki o kişi ben dirim.” Bu kadar da Allah (c.c) ’tan ümidini kesme diyor.

Çünkü “La taknatuh” buyuruyor Allah (c.c). “Ümidinizi kesmeyin!” Kesmeyin ümidinizi. Siz de deyin ki; “Ya Rabbi niye o askerler biz olmayalım?” Efendim, benden olur mu? Ben şuyum, ben buyum, ben daha karnımı doyurmaktan âcizim. Ben daha çoluk çocuğuma bakmaktan âcizim. Benim işim yok, benim gücüm yok, benim şuyum yok, benim buyum yok; bunları söylemeyin. O sizin, bugün iftiharla bahsettiğiniz sahabelerin hepsi sizin durumunuzdaydı. Onlar da açtı, susuzdu. Kimisi kendini köle diye sattırmış, Medine’ye ancak öyle gelebilmişti, sonradan Selman-ı Farisi olmuştu. Kimisi Bilal-i Habeş ’ti, karnında taş pişirdiler. En ağır taşları karnına, öyle işkencelerin altından geldi. Hazreti Ebu Bekir onu satın alarak kurtardı kölelikten. Ama Bilal ’di, Mekke ’ye giren askerlerin başındaydı. Kumandan Bilal ’di. Onun için olur mu, olmaz mı hesabını lütfen yapmayın. Allah (c.c) ’ın “Olur” deyip de olmadığı hiçbir iş yoktur. Tıpkı “Olmaz” dediği zaman hiçbir işin olamayacağı gibi…

O zaman Allah (c.c) benim gibi bir insandan mürşit yapıyorsa sizin gibi insanlardan da bu dediğim askerleri haydi haydi çıkarır. Bu Allah (c.c) ’ın gücü dahilinde olan bir şeydir. Biz yeter ki inanalım. İman ve ihlas üzerinde olalım ve bunu deneyelim, test edelim. Yani neyi test edelim? Allah (c.c) rızası için bakın, biz bir kere bunu yapabildik. Hazreti Pir hayattaydı, ben buna benzer bir sohbet ettim, bir konuşma yaptım. O arada bir kardeşimiz vardı, çok dertliydi. Kanser teşhisi koymuştular. Doğulu bir kardeşimiz, ismini söylemeyeceğim. O zaman burada olanların malumu, yanlış anlaşılır diye. Efendim ben kansermişim, dedi, ağladı, geldi bize. Ne olur bana bir dua edin, dedi. Çok dokundu bu bana, çok dokunaklı bir sohbet ettim. Bu meselelere benzer meseleler anlattım. Dedim ki; şurada on beş kişi veya yirmi kişi vardık, herhâlde yirmi bir kişi. Dedim ki; şu yirmi bir kişi Allah (c.c) rızası için bütün gönlüyle Allah (c.c) ’a yönelirse, inanın ki Allah (c.c) ’ın yapamayacağı hiçbir şey yok. Sizin hatırınız için bu kardeşinizin hastalığını def eder. Allah (c.c) ’ın buna gücü yeter. Ve çok dokundu bu konuşmam, onların hepsi birden asıldılar o gün, farkındayım olayın. Çok değişik bir hatme oldu, teveccüh gibi bir hatme oldu. Ne hatmesi, teveccühtü resmen. Ve o kardeşimiz ertesi gün geldi ki; efendim dedi, bizim tetkiklerimize bakmışlar, yanlış görmüşler dün. Bu gün baktılar o hastalığı bulamadılar, Allah (c.c) ’a şükür ben tertemiz çıktım. Evet, tertemiz çıktım, dedi ve o kardeşimiz iyi oldu. Şimdi de başka yerlerde. Belki de bir yerlerde oturmuş aleyhimize konuşuyordur. O da işin bir tarafı…

Allah (c.c) hepinizden razı olsun. Geceniz hayırlı olsun. Daha fazla geciktirmeyelim. Hatmemiz var. Her ne kadar 12’yi geçirmeyeyim diyorsam da, cumartesi akşamları biraz daha fazla konuşuyorum. Herhâlde ertesi gün istirahat edebileceğinizi düşünerek bunu yapıyorum? Ama bunlar geçti, yaz geceleri. Öyle günler gelecek ki önümüzde inşallah kış geceleri gelecek. Dervişler kış gecelerini severler. Yaz gecesini seven hiçbir derviş yoktur. Sıcaktan çok terliyorum. Lop su oluyorum. Onun için inşallah bizim sevdiğimiz, bizim özlediğimiz geceler yaklaşıyor. O geceler geldiği zaman 7’de, 8’de inşallah sohbete başlayıp 12’ye kadar sohbet etme imkânımız oluyor, oldu. Artı geçen sene başlattığımız olayı, Kur’an seferberliği dediğimiz olayı bu sene inşallah devam ettireceğiz. O hafız efendiler, Allah (c.c) onlardan razı olsun, onlar yine okuyacaklar ve okutacaklar. Bu kış onun için hepinize bu görevdir, herkes Kur’an okumayı öğrenecek. Öğrenmeyen bir kişi ben düşünmek istemiyorum. İnşallah hepiniz biliyorsunuzdur. Ama yine okuyacaksınız.

Efendilere görev vereceğim, hepsi teker teker sizi imtihan edecek. Gelin bakayım buraya; oku bakayım şurayı, okuyacaksın. Bunu yapacaklar. Ondan sonra da öğrenmemiz gereken ayet ve sureleri öğreneceksiniz. Tıpkı bu hafız efendilerin yaptığı gibi… Allah (c.c) onlardan razı olsun. Ben çok diledim şu kardeşimizin babasının dükkânında hep yalvardım. Dedim ki; ya Rabbi ne olur! Bizim en zayıf tarafımız bu. Tıpkı Abdurrahman-ı Tagi Hazretleri’nin dergâhı gibi istiyorum ki, rahleler kurulsun ve o rahleler üzerinde Kur’an talimi yapılsın müritlere. Tasavvuf sohbeti zaten oluyor Allah (c.c) ’a şükür ki Mektubat ‘ı da mütaalaya başlayacağız. Böyle olsun istedim, dua ettim. Bunun için dedim, bana hafız lazım, bu işi bilen insanlar lazım… Aradan bir ay geçmedi Allah (c.c) bana altı yedi tane birden gönderdi. Allah (c.c) ’ın gücünü, kuvvetini biz çok yerde gördük, elhamdülillah, şükrolsun. Gerçi görmeden de iman ediyorduk. Ama o “ilme’l-yakin” bir imandı, sonra bizde “ayne’l-yakin” bir iman da hâsıl oldu şükrolsun. Yani şahit olarak, görerek de bir iman hâsıl oldu. Yine de dahası da var, dahası da olacak elhamdülillah. Şimdi yalnız o hizmetimizi aksatmadan devam ettireceğiz.

Onun için de eylülün ilk pazar günü başlamak üzere, bir daha mayısa kadar hiç durmadan, hiç yılmadan o hizmetimizi inşallah yaptıracağız. Siz de Allah (c.c) rızası için işlerinizi düzene koyup, o günleri daha fazla bu konuya ayırın. O öğretici arkadaşlara diyorum. Onlar kendilerini biliyorlar. Onlar biraz o günlerini muhafaza etsinler. Mesela ikindiden sonra, işlerini ona göre ayarlasınlar. İkindi namazını kılacağız, o dersimiz başlayacak, akşam namazını kılacağız, bitireceğiz. Her pazar böyle olacak veya Akşam namazından sonra başlayacak yada öğle namazını kılıp başlayıp ikindiye kadar devam edecek. Hangisi sizin için müsait olursa. Yani iki saatlik bir aralık şart. O iki saat içerisinde Kur’an dersini siz okuyacaksınız, belli bir gün tespit edeceksiniz o gün akşam da sırayla birer kişi görevli olacaksınız, burada bilmeyen kişilere öğreteceksiniz. Bilmeyen kim varsa öğrenecek. Öyle Elem neşrah leke suresi biliyorum, bilmiyorum, şuydu buydu istemiyorum. Bundan sonra ders almaya gelen insanlardan da ben isteyeceğim, diyeceğim ki kardeş, Kur’an’ı yüzüne okumasını biliyor musun? Bilmiyorum. Önce şu Kur’an’ı öğren. Yüzüne okumasını öğren. Ondan sonra işte falancının emrindesin, tasavvuf hakkında da, tasavvufun zahiri hakkında da şu malumatları edin lütfen.

Yani olmaz, şeriatsiz tarikat kim demiş! Nerede varmış da biz bilmiyoruz! Şeriatı olmayanın tarikatı olur mu? Tarikat dediğin şey tasavvuf, tasavvuf dediğin şey takva yaşamak… Yani Kur’an’da Allah (c.c) ’ın buyurduğu şekilde… Takva yaşayanlar sahabeler… Sahabenin hayatına hiç benzemeyen bir yaşantının neresi takva olur, neresi tasavvuf olur, neresi tekke olur, tarikat olur? Öyleyse Allah (c.c) rızası için buna sarılırsak, bu ipe sarılırsak işte Allah (c.c) ’ın ipi. Buna sarılacağız hep. Tasavvuf, tarikat sohbeti işte oluyor Allah (c.c) ’a şükürler olsun. Size, öyle günler oluyor ki çok güzel tasavvuf sohbetleri olduğunu biz biliyoruz. Çünkü ben oradan bir rahatsızlık duymuyorum. Tasavvuf sohbeti dediğin şey, senin bağlı olduğun mürşitlerin himmetiyle olan bir olay. Orada biz, bir teybin ne kadar hükmü, yetkisi varsa; bir televizyon ne kadar bu sözleri ben söylüyorum diyorsa, ben de o kadar diyorum ki o sözleri ben söylüyorum. Ama benim düğmeme bir basan var. Ben onu biliyorum Allah (c.c) ’a şükürler olsun. O olacaktır, zaten sohbet yoksa Nakşibendi tarikat’ı yoktur orada. Yani kim ben Nakşi’yim, kim ben Halidi’yim diyor, arkasından da susuyorsa o düzenbazın tekidir. Susmak! Şu manada susmak var. Evliyaullah bütün zamanlarını susarak geçirebilirse en muteber evliyaullah odur. Ama oturduğu zaman, Allah (c.c) ’ın bir kulu karşısına geldiği zaman acizlenen konuşamayan adam hiç evliyaullah değildir. Niye? Bakın şeriatta bile böyledir. Eğer şeriatta, zahiren âlimse, senden bir şey sorana cevap vermek sana farz-ı kifaye olur. Mürşide de sohbet farz-ı kifayedir, hatta İmam-ı Rabbani Hazretleri’ne göre farz-ı ayndır, farzı ayn. Dikkat edin. Şah-ı Nakşibendi Hazretleri de diyor, “Bizim tarikatımızda dilsiz veli olunur; fakat dilsiz mürşid olunmaz.” Yani sohbet edemeyen kişi mürşid olmaz. Öyle efendim oturduğun yerin hakkını vereceksin. Nerede oturuyorsun? Bak şu kadarcık bir fark koymuşlar sizinle benim aramda. Ama ben çok farklı görüyorum. Bir kere sizin bana yöneldiğiniz yerde hepinizin, ben tek tek başıma ben burada oturuyorsam isterse altımda bir şey olmasın. İsterse post olmasın, isterse koltuk olmasın.

Mademki sizler bana yönelmişsiniz, Allah (c.c) rızası için benden bir şey bekliyorsunuz; o sıra ben onu farz-ı ayn kabul ediyorum ve cevap veriyorum, konuşuyorum. Bizim kerametimiz bu. Bundan büyük keramet gösterecek bir veli varsa buyursun. Ancak bunu gösterir, o da bunu gösterir. Yani bizim tarikatımızın usulü bu da diyorum, ben mürşidlere meydan meydan okumuyorum. Sakın aklınızdan öyle bir şey geçmesin. Yahu ben Şah-ı Nakşibendi Hazretleri ’nin sözünü diyorum. Diyor ki; bizim en büyük kerametimiz sohbetimiz, diyor. Ben de diyorum ki bunu yapanlar benim başımın tacı. Bunu yapamayan adam benim karşıma gelip de, efendim kerametten kürametten, şundan bundan bahsetmesin. Çünkü benim tarikatımın öyle bir usulü yok. Bu benim tavrım. Ben Efendim Hazretleri için dedim ki; eğer Allah (c.c) ’ı dinlemek istiyorsanız ona gidin dedim, efendime gidin. Peygamber efendimizi dinlemek istiyorsanız ona gidin. O, onları ben çok güzel anlatır. Ama efendimi dinleyecekseniz bana gelin dedim. Onu ben güzel anlatırım dedim.

Buradan çıktı gitti dediler ki, yani yanlış anlaşılma üzerine konuşuyorum. Onun için sözlerimi sakın yanlış anlamayın. Gitmiş birisi demiş ki; efendim, O diyor ki; eğer sohbet dinlemek istiyorsanız efendiye niye gidiyorsunuz, bana gelin. Hâlbuki Allah (c.c) da biliyor ki ben onu öyle söylemedim. Gittim ben, oturdum, baktım. Efendimin zaten tavrından anlardım. Yani dilinin altında bir şey var, söyleyecek muhakkak diye. Böyle bakışından, tavrından. Neyse böyle sakin bir ortam olunca, ihvanlar çok uzakta. Gel Efendi, dedi. Oturdum.

Dedi ki; bana bir şey söylediler. Senin diyeceğine hiç ihtimal vermedim; ama aslını da öğrenmek istiyorum. Sen böyle bir şey demişsin. Demişsin ki, sohbet. Yanında da ya kardeşi ya da başka bir ihvan ağabeyimiz oturuyor. Söyledin mi böyle bir şey? Söyledim efendim dedim. Ben söyledim deyince efendim şöyle bir sertleşti yahu nasıl söylersin sen bunu? Dedim; efendim, söyledim; ama ban şu şekilde söyledim.
Dedim ki; -eğer Allah (c.c) ’ı dinlemek istiyorsanız efendime gidin, ben Allah (c.c) ’ı bilemem en güzel o anlatır. Eğer Resulullah (sav) Efendimizi dinlemek istiyorsanız yine efendime gidin. Çünkü Resulullah (sav) Efendimi de ben hakkıyla bilemem, en iyi efendim bilir. Ama efendimi dinleyecekseniz bana gelin; çünkü onu da en iyi ben biliyorum dedim.

Efendim de onu anlatmaz zaten deyince, efendim şöyle bir hoş bir tebessüm yaptı. Yanındakine döndü, görüyor musun bak kardeş görüyor musun? Lafın söylenişine bak, onların söylediğine bak… Bu laf doğru değil mi dedi? Şimdi ben de diyorum ki; sakın o sözümüzden, biz mürşitlere meydan okuyoruz. İşte gelsinler; hayır… Sakın öyle bir şey anlamayın. Biz diyoruz ki; en büyük keramet bizim tarikatımızda sohbet. İşte sohbet ediyorum. Ha ben mürşidim diyen bununla gelsin bizim karşımıza. Öyle şununla bununla, öyle bir keramet biz kabul etmiyoruz. Öyle bir şeyi biz kabul etmiyoruz. Bizim tarikatımızda bir mürşidin kerametini gizlemesi kimine göre, kimi âlimlere göre, mutasavvıflara göre vaciptir, kimine göre farzdır. Nasıl peygamberlerin kendi mucizelerini göstermek onlara vacip veya farz ise bir evliyaullahın da kerametini saklamak ona vacip veya farzdır.
Onun için her kim ben bilerek şu kerameti gösterdim diyorsa zaten o, Allah (c.c) ’ın bir farzını, vacibini terk etmiştir ki; onun mürşitliği bile derhâl tartışmaya alınmalı. Mürşitliği bile tartışılmalı derhâl. Onun için, Allah (c.c) rızası için sakın o manada anlamayın. İşte Efendim şöyle dedi, böyle dedi… Hâşâ… Ben bütün evliyaullahın ayak türabıyım. Bütün velilerin ayak türabıyım. Ben onların hepsinden derece olarak kendimi aşağı görürüm. Ancak ve ancak; Halidilik hakkında kim bir söz söylerse, Nakşîlik hakkında kim bir söz söylerse, kim olursa olsun söylediği sözün de yanlış olduğunu anlarsam, isterse onu bana gavsü’l-azam diye takdim etmiş olsalar; -gavsu’l-azam olamaz zaten de- takdim etmiş olsunlar onun yakasına yapışırım. Ondan hesap sorarım. Ben bunu vazife edinmiş birisiyim. Ha bu yolda gün gelir ki, çıkar babayiğidin biri basar boğazıma boğar atar bir tarafa. Eyvallah, feda olsun bu yolda boynumuz. Kıldan incedir boynumuz. Eh Allah (c.c) hepinizden razı olsun. Allah (c.c) ’ım razı olsun, ayağınıza sağlık olsun inşallah. Bütün kardeşlerimiz hoş geldi. Kusura bakmasınlar sohbete başladıktan sonra, sohbeti kestiğim zaman insicam bozuluyor. Ben o kadar çok hafızası kuvvetli biri; belki zeki ki, oda şeytanda da zekâ… Zekâyla ne övüneceğiz? Ama hafızam hakikaten zayıf. Çoğu zaman bazen ettiğim sohbetin bir yerinde bırakıyorum, başka bir yere gidiyorum; ama Allah (c.c) sonunda hatırıma getiriyor. Allah (c.c) sonunda hatırıma getiriyor. Allah (c.c) ’ıma şükrolsun.

Bu vaziyette gelin sırtıma bir bakın, ne dediğimi anlarsınız. Bu vaziyette Allah (c.c) bana bu sohbeti yapmak, sizinle beraber oturmak, size bir şey anlatmak fırsatı veriyor; bundan büyük bir iltifat olur mu? Şah-ı Nakşibendî Hazretleri diyor ki; “Bizden keramet soruyorlar. Yahu bizim kerametimiz o kadar açık ki… Diyorlar; efendim neyi kastettin? Diyor bu kadar günahı bu cılız bacaklarla taşıyoruz, diyor. Bundan daha büyük keramet mi olur? Şimdi ben kendime bakıyorum, geçmişe bakıyorum, hâlime bakıyorum, tavrıma bakıyorum. Yemin ederim ve bütün bunlara rağmen Allah (c.c) bizi sizlerin başınızda tutuyor, sizlere söz söyleme fırsatını veriyor bize; biz kafamızı hiç secdeden kaldırmasak, her nefesimizde Allah (c.c) ’a şükürler etsek yine onun şükrünü ödeyemeyiz. Ben böyle biliyorum, böyle diyorum. Siz de; ama siz öyle bilip öyle demeyin. Allah (c.c) rızası için, sizin için mürşidinizden daha hayırlı, daha faydalı hiç kimse yoktur yeryüzünde. Bunu böyle bilmiş olun. Ve sizin mürşidiniz zamanın gavsü’l- azamıdır, bunu böyle bilin. Bir mürit için böyle olması lazım ki, o mürşit isterse olmasın. Velev ki olmasın, zaten değilim hâşâ… gavsü’l- azamlık kim, biz kim?

Ben onların kapısında hizmetçi olamam. Ama senin için o öyle olmak mecburiyetinde. Öyle olmazsan o kapıdan istifade edemezsin. O kapıdan istifadenin şartı odur. Sen öyle düşünürsen, zamanın gavs’ı kim ise o sana hizmet eder hiç korkma. Çünkü velayet ortaktır; “cemü’l-cemdir.” Velayet ayrı ayrı değildir. Velayet Allah (c.c) ’ındır, mülk Allah (c.c) ’ındır. Allah (c.c) bütün velilerine oradan istifade ettirmiştir. O zaman ama sen kimin elini tuttunsa, kimden el aldınsa, kimden ders aldınsa, kimden rabıta aldınsa; zamanın gavs’ı onun şeklinde, onun şemalinde, öyle bil. Ve senin mürşidin senin için zamanın gavs’ı olsun, zamanın kutbu olsun. Senin istediğini verecek olan neticede Allah (c.c) değil mi? Ama gavs’ın eliyle ama başka birisinin eliyle. Sen ne kadar büyük bir insansın ki sana vereceği şeyi bir velinin eliyle veremesin? Haşa. Herhangi bir velinin elinden veremesin? Herhangi bir kulun elinden veremesin, efendi? Allah (c.c) hepinizden razı olsun.

Güncelleme 01 Kasım 2014